2 Eylül 2011 Cuma

"Hı"

“Hı”


Geçenlerde, bir dostum bana içini döktü:

“Dünden itibaren karışık duygular içindeyim. Kimyam değişti. Mantık ile duygu arasında gidip geliyorum.
Sanki tehlikeli ve zor bir sürecin içine girdiğimi hissediyorum.
Sanki fırtına öncesi sessizliği yaşıyorum.
Kendimle mücadele edip duruyorum. Kendi kendime kötü senaryolar kuruyor, sonra da sanki bunlar gerçekleşmiş gibi aniden irkiliyorum. İçimde şiddetli bir çatışma var. Bombalar düşüyor, silahlar ardı ardına patlıyor, patriot füzeleri havada uçuşuyor… Ortalık toz duman...
Bu savaşın yabancısı değilim.
İçimde büyük bir boşluk mu var yoksa onulmaz bir yara mı?
Hem hastayım hem korkak.
Gücüm de yok.
Zayıfım.
Çocuğum.
Yaşı büyük adamların çocukluğu da ne kötü...”

Sadece dinledim, hiç yorum yapmadım.

********

Yarı uyanık haldeyim. Ay ışığı, yattığım odanın penceresinden yüzümü aydınlatıyor. Duvardaki, bir İran sanatçısının elinden çıkan tabloyu seçebiliyorum.

Aniden bir ses duydum. Ya da duyar gibi oldum. Hayal mi gördüm acaba…

Tiz, ta ruhuma işleyen, beni kendimden geçiren bir ses… Kimin sesi bilmiyorum. Ses kısa ve tek bir hecelik… Ama içimde dalga dalga büyüyüp bir şarkıya dönüşen bu ses, kuvvetli bir ağrı kesici gibi bütün acılarımı dindirdi.

Sonra uyumuşum.
*****************
Sabah kalktığımda, kafamın içindeki sesin nereden geldiğini tahlil etmeye başladım. Gördüğüm rüyanın, rüyada duyduğum tek hecelik sesin işgali altındaydım:

************

Dün geceden bu yana aklımda kalan en önemli ses "Hı!" oldu...
Şu sizin meşhur "Hı!" yınız...
Ruhumu okşayan, bedenimin üzerinde esen ılık bir rüzgâr gibi "Hı!"...
O "Hı!" var ya, öldürdü beni.
***************
Babamın bana "Oğlum" demesi gibi bir şey...
Dünyada en çok sevdiğim kadının (Her kim ise), bana "Canım" demesi gibi bir şey...
Erdem'in bana "Babacığım!" diye seslenmesi gibi bir şey...
Farid Farjad'ın kemanından çıkan bir ses...
Klasik müziğin mahur bir bestesi...
Karacaoğla'nın bir şiiri…
*****************
O "Hı!" yı anlatamam...
O "Hı!" çok şey söyledi, çok şey anlattı.
Her şey o "Hı!" da saklı...
Bütün giz, sır onda...
**************
O "Hı!" da çok büyük bir şefkat vardı. Veya ben öyle hissettim. Öyle öyle...
Beni sarıp sarmaladı, tuttu, içine aldı, kuşattı, esir aldı, yuttu, bitirdi.
Oy, öldürdü beni o "Hı!"...
*****************
Neden söyledin ki onu? Nasıl da çıktı ağızdan öyle, nasıl da döküldü dilden öyle!
Yok böyle bir "Hı!"...
Ne kadar da güçlü bir "Hı!"
****************
O "Hı!" da soru gizli... Öğrenme aşkı gizli... Sahiplenme, yakınlaşma, tutku, güven, sevgi, dostluk, hemhal olma, muhabbet gizli...
*********
O "Hı!" bütün konuştuklarımızın özeti, hatta konuşamadıklarımızın, söyleyemediklerimizin bir özetiydi.
O "Hı!" dan sonra konuşulur muydu?
Sözün bittiği yerdir "Hı!"...
Hayatımda duyduğum en güzel söz, en ağır sözdür belki "Hı!"
İki harfi iki dünyaya bedel...
Her bir harfi bir dünya eder.
Bir aşk romanının tek kelimelik özetiydi.
En güzel bir aşk şiirinin tek kelimelik ifadesiydi.
****************
Bir insanın "Canım" demesine gerek yok, "Hı!" desin yeter!
O "Hı!" yı bir daha duymak için neler feda edilmez ki...
Biliyorum ki, siz o "Hı!" yı dilinizle değil kalbinizle söylediniz... Ve yemin ediyorum ben o "Hı!" yı kulaklarımla değil kalbimle dinledim. Kalpten kalbe giden muhteşem bir iletişimin sihirli formülü gibi "Hı!"...
O "Hı!" yı ilk duyduğum zaman ayağım yerden kesildi, çarpıldım adeta...
Bir kadeh iksirin tesirini yarattı bende...
İçmeden sarhoş olmak buna derler.
Bir insan sadece bir "Hı!" yla sarhoş olur mu?
*****************
O "Hı!" bir inci tanesi gibi. Gökte parlayan bir yıldız…
Aksi yüreğimde yankılanan berrak bir ses…
*************
Aman Allah'ım! Bu neydi başıma gelen!
"Hû" nun bana bir hediyesi mi, yoksa püsküllü bir belası mı "Hı!"?
Bitmemiş bir çilem, yazılmamış bir kaderim, yaşanmamış bir hikâyem daha mı vardı?
*************
Bir "Hı!" nelere kadir!
Bir "Hı!" daha der misin be kardeşim bana!

Der misin?

****************

Not: Sonuçta bir rüya… Ne kadar da abartmışım!

6 Ekim 2010 Çarşamba

Kuzey Irak izlenimlerim

http://picasaweb.google.com.tr/AHselimAH/KuzeyIrak#


· Kuzey Irak korku ülkesi mi? Nasıl gittik, yollarda nelerle karşılaştık?
· Kuzey Irak mı diyeceğiz, Kürdistan mı?
· Kuzey Irak’ın imarını hangi ülkeler üstlenmiş? Türkler bu kalkınma projesinden ne kadar faydalanıyor?
· Malatya heyetinde yer alan işadamları hangi alanda yatırım yapmaya sıcak bakıyor?
· Kürtçe türkü söylediği için 50 yıl ülkesine dönemeyen Cizreli sanatçı kim?
· BTP, Habur sınır kapısında hangi hizmeti engelliyor?
· Son 2 yılda, ihracat rakamları 200 milyon dolardan, 5 milyar dolara nasıl çıktı?
· Kuzey Irak’ta yetkililer bizi nasıl karşıladı?
· Kuzey Irak caddelerinde Türk heyetini şoke eden araç görüntüleri neydi?
· Kuzey Irak, Ortadoğu’nun yeni Dubai’si olabilir mi?
· Malatya’ya davet edilen Kürdistan TV muhabiri ne dedi?
· Duhok caddelerinde gençlerin imza almak için yarış etiği Malatyalı sinema sanatçısı kim?
· Kürdistan TV’lerinde kapalı gişe oynayan filmler hangileri?



Malatya Ticaret ve Sanayi Odası’nın düzenlediği Kuzey Irak gezisinin haberini 1500 kişilik mail gurubuma gönderdim ve dedim ki “Kandil dağına çıkıyoruz.”
· Kuzey Irak korku ülkesi mi?
Bu mektuba çok ilginç ve Türkiye’nin aslında bu bölgeye nasıl baktığını ve nasıl şartlanmışlık içinde bulunduğunu gösteren somut bir belge niteliğinde cevaplar geldi.
“Gotu Kola” isimli stresi alan ve depresyonu önleyen bitkisel ilaç tavsiye edenleri mi dersiniz, “Yahu orada ne işin var. Galata köprüsünde olta atmak varken…” diye tavsiyede bulunanları mı dersiniz, “Orada nerede kalacaksın, PKK kamplarında mı?” diye dalga geçenleri mi dersiniz, “Aman kendine dikkat et, elimizde başka Kündübekli kalmadı” deyip benim adıma kaygılananları mı dersiniz, “Bize oradan bir kamyon Peşmerge getir” diye geziyi ti’ye alanları mı dersiniz, “Vasiyetini yaptın mı?” diye soranları mı dersiniz… Bu türde sayısız mail aldım. (Bu arada Kuzey Irak’a vardıktan sonra “Kandil dağında çatışma mı çıktı, yoksa Peşmergeler sizi esir mi aldı?” diye SMS atanlar da oldu) Benim için kaygılanan dostlara teşekkür ederim tabii…
Ama kaygılanmalarına gerek yok, şu anda gezimizin ilk gününde sağ salim Duhok’a ulaşmış ve son derece lüks bir otelde notlarımı yazmaya başlamış bulunuyorum. Kuzey Irak yolunun, Ankara-İstanbul yolundan daha güvenli olduğunu söylersem eğer, biliyorum ki bana bu mailleri gönderen dostların ağızları bir karış açık kalacak.
· Kuzey Irak mı Kürdistan mı?
Fakat bunlar arasında dikkate almamız gereken bir mail vardı ki, Türkiye’nin önemli çıkmazlarından ve ana sorularından birini teşkil ediyordu.
Diyordu ki İstanbul’dan yazan Özlem Dalkıran, “Alişan, sakın oraya gidince Kuzey Irak demeyesin. Çünkü orası Kuzey Irak değil, basbayağı Kürdistan’dır. Ya da Kuzey Irak Federe Devletidir. Kuzey Irak derseniz orada zor anlar yaşarsınız. Ayrı bir eyalet, ayrı bir bayrak ve ayrı bir anayasaları var, onların… Bütün dünyanın kabul ettiği bu gerçeği, Türkiye’dekilerin ödü koptuğu için dile getiremiyorlar.”
Şimdi ne yapacaksınız?
Hadi buyurun buradan yakın!
Bizim de otobüsümüzün önünde kocaman bir yazı:
“Malatya Ticaret ve Sanayi Odası Kuzey Irak İşadamları Gezisi”
Habur sınır kapısına kadar geldik. Hatta Cizre civarlarında bile bu pankartı kınayanlar oldu.
· Sorun çözüldü (mü?)
Habur sınır kapısından sonra kıyamet kopabilirdi. Türk işadamları heyetinin zor bir karar vermesi gerekiyordu. Ya bu pankartı tamamen kaldıracaklardı, ya “Kürdistan gezisi” diye yazacaklardı, ya da ne etliye ne de sütlüye karışmamak adına sadece “İşadamları gezisi” yazacaklardı. Krize çözüm bulundu:
“Malatyalı işadamları gezisi”
Böylece ne şiş yandı ne kebap
· Korktuğumuz gibi değilmiş!
Şunu hemen belirtmeliyim ki, bu seyahat tamamen iş, ticaret ve yatırım araştırmaları gezisiydi. Siyasi boyutu hiç yoktu. Dolayısıyla burada önemli olan Malatya ile Kuzey Irak arasında karşılıklı işbirliğini geliştirmek, dünyaya açılan ve dev yatırımlara kapı aralayan, yeni bir kalkınma hamlesi içine giren Irak’ta Türk ve tabii ki Malatyalı işadamları ne kadar yatırım yapabilir, bu pastadan payına düşen dilimi nasıl büyütebilirdi. Asıl amaç buydu.
Türk heyetinin üzerinde en küçük bir korku, endişe ve güvenlik kaygısı yoktu. Ne Türkiye yollarında ne de Kuzey Irak yollarında… Son derece neşeli, esprili ve huzur içinde geçti yolculuğumuz. Kafilede yenidünyalara yelken açma heyecanı vardı.
Aslında bu gezi psikolojik açıdan kritik bir eşiğin aşılması anlamına geliyordu. Terör, vahşet, katliam, korku ve kaosu temsil eden bir bölgeye yaklaşık 40 kişilik bir heyetle iş imkânları araştırmak ve yeni pazarlar bulmak üzere hem de karayoluyla Irak’a gidileceğimizi kim tahmin edebilirdi.
Daha düne kadar Elazığ’ı geçmek ülke insanımız adına korku ve endişe kaynağı oluşturuyordu. Malatyalı işadamlarından oluşan bir otobüs dolusu yolcunun güle oynaya Kuzey Irak’a iş görüşmeleri yapmaya gitmesi aslında Türkiye’nin nereden nereye geldiğini göstermesi açısından önemli bir göstergeydi.
· Irak bize yakınmış!
Bütün komşularıyla kavgalı, “4 tarafımız düşmanla çevrili” masalının geçerli olduğu bir Türkiye’den, şimdi “4 tarafı pazar ve işbirliğiyle çevrili” bir ülke haline geldik. İşadamlarımız dünün düşman komşuları bugünün dost ülkelerine birbiri ardına turistik, ticari ve ekonomik geziler düzenliyor. Çözülmez denilen sorunların çözüldüğünü görüyoruz.
Türkiye komşu gerçeğiyle yeni yeni tanışmaya, komşularla işbirliği yapmanın avantajını yeni yeni yakalamaya, en yakınındaki ülkelerin pazarlarını keşfetme heyecanını daha yeni yeni duymaya başladı. Türkiye’nin bu dış politika açılımından, yeni ufukların keşfedilmesinden tabii ki Malatya da payın düşen pastayı alacaktı. Türkiye’nin komşularıyla adam akıllı bir işbirliğine girmesinde ne kadar geç kaldığını maalesef Kuzey Irak gezisinde açık açık görme imkânına sahip olduk. Ta Çin’den gelip burada yatırım yapan firmaları görünce, bizim yanı başımızda duran bu büyük imkânları nasıl da göremediğimizi hayıflanarak müşahede ettik. Ne kadar da geç kalmıştık. Atı alan Üsküdar’ı geçmiş, büyük yatırımları sahiplenmiş, bize ise taşeronluk kalmıştı. Türkiye’ye bu zamanı kaybettirenler, soruyorum vatan haini değiller mi? Asıl terörist onlar değil mi?
Türkiye’ye yıllarca temelsiz korkularla zaman kaybettirdiler. Hala da Türkiye’nin önünün açılmasını istemeyen bir takım çevreler, az olsun bizim olsun, diyerek ülkemizin önünü tıkamaya, ülke insanımızın yeni pazarlar bulmasına engel olmaya çalışmaktadırlar.
Malatya Ticaret ve Sanayi Odasının düzenlediği Kuzey Irak işadamları gezisi Türkiye’deki değişimi anlatan önemli bir girişim niteliğindedir. Belki bu geziden bir anda istenilen sonuç elde edilemeyebilir. Ama bir başlangıç olması, bir kapının açılması yönünde çok önemli bir adım niteliği taşımaktadır.
Bu yüzden, bu geziyi düzenleyen Başkan Erkoç’u, ekibini ve bu geziye katılan bütün işadamlarını yürekten tebrik etmek gerekiyor. Bu gezi, Malatya’mızın ticari ve ekonomik hayatında tarihi bir önem arz etmektedir.
· Gezi başlıyor
Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Hasan Hüseyin Erkoç, Genel Sekterer Said Kabadayı, Organize Sanayi 1. Bölge Müdürü Remzi Yaşar, KOSGEB Müdürü Murat Seki ve 31 işadamı, tüccar ve sanayi olmak üzere toplamda 37 kişilik bir ekiple 3 Nisan Cumartesi günü sabah erken saatte bir otobüsle Malatya’dan hareket ettik.
Malatya heyeti, Kuzey Irak gezisinde yardımcı olan ve mihmandarlık görevi yapan Cizre Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Adnan Elçi, Cizre Kaymakamı ve Emniyet Müdürünün hazır olduğu bir heyet tarafından karşılandı. Burada Malatya heyetine bir öğlen yemeği verildi.
Yemekten sonra Hz. Nuh’un kabristanı olduğu kabul edilen türbeye ziyaret edildi. Nuh Camisinde öğlen namazını kılan heyet, dünyanın en eski üniversitelerinden biri olduğu kabul edilen Ahmedi Cezire adlı üniversitesini gezdi.
· BTB’nin yaptığı ayıptır
Öğleden sonra Habur sınır kapısına doğru hareket eden Malatya heyetini, burada Şırnak Vali Muavini ve Emniyet Müdürü karşıladı. Resmi işlemlerin bitirilmesine müteakip Habur sınır kapısından Kuzey Irak’a geçiş yapıldı.
Habur sınır kapısında Vali muavini ile sohbet ederken, bir çok yakınmalarına şahit olduk. Sınır kapısında bulunan tır parkının yapılması gerekiyormuş. Bu Şırnak ve ülkemiz açısından büyük önem arz eden yatırımın yapılmasına maalesef çoğunluğu elinde bulunduran BTB İl Genel Meclisi üyeleri engel oluyormuş…
Vali muavini, Türkiye ile Irak arasındaki ticaret hacminin yıllık 5 milyar dolar seviyesine ulaştığını söyledi.
· Kuzey Irak’ta üst düzeyde karşılama
Habur’dan Kuzey Irak’a giriş yaptık. Kuzey Irak tarafında, Halil İbrahim kapısında bizi, Kuzey Irak Gümrük Müdür Yardımcısı karşıladı. Vip salonunda bekletilen Malatyalı işadamları heyetine çok büyük bir ilgi ve alaka gösterildi. Sıcak bir karşılamanın ardından, yolumuz üzerindeki ilk Kuzey Irak kenti olan Zaho’da kısa bir mola verdikten sonra konaklayacağımız kent olan Duhok kentine geçtik.
· 50 yıl memleketine dönemeyen Kürt sanatçı
Burada bizi Duhok Ticaret Odası Başkanı Ayad H. Halim karşıladı. Oda binasındaki restoranda yemek yiyen Malatya heyetine burada da çok büyük bir sevgi ve ilgi gösterildi. Yemek sırasında Kürtçe bir türkü çalıyordu. Bu türküyü söyleyen Cizreli bir Kürt sanatçı Muhammed Arif Cizravi (Ciziri), sırf Kürtçe şarkı söylediği için memleketi Cizre’ye 50 yıl girememiş ve orada vefat etmiş.
Malatya heyeti daha sonra Jiyan (Kürtçe hayat demek) isimli otele geçti.
Zaho ve Duhok aslında Türkiye’ye yabancı şehir değiller. Türklerin yoğunlukla yaşadığı ve iş yaptığı iki Kuzey Irak şehri… Zaho sınır bölgesinde küçük bir şehir ama Duhok öyle değil. Çok büyük bir şehir. Türk işadamları burada önemli yatırımlar yapmışlar. Binlerce Türk işçisi burada çalışıyor. Adım başı sokaklarda Türkçe isimli işyerlerine rastlamak mümkün.
Otel işleten ve bu otelde çalışan Türkler de var. Nitekim Duhok’ta gecelediğimiz otel de bir Diyarbakırlı bir işadamına ait.
Fakat burada Cizre Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Adnan Elçi Bey’e büyük bir parantez açmamız gerekiyor. Bölgeyi çok iyi biliyor, buradaki yetkililerle güzel bir ilişki kurmuş. Malatya heyetinin bölgede rahat bir şekilde dolaşmasını ve ilişki kurmasını sağladı. Bize öncülük etti. Bu manada kendisine çok teşekkür ediyoruz.
Kuzey Irak’ta ilk gecemizi geçirdik, bakalım yarın bizi neler bekliyor?

· Araçlar, araçlar, araçlar…
Zaho ve Duhok’ta ilk dikkatimizi çeken konulardan biri, gördüğümüz lüks araçlar oldu. Halk fakir ama bu lüks araçlar neyin nesi pek anlayamadık. Araçların yüzde 90’ı Toyota marka, yüzde 90’ı beyaz renkte, yüzde 90’nı 2009-2010 model, yüz de 50’si ticari taksi, ticari taksilerin yüzde 90’nı 2009 model ve üstü Toyota Corolla…
Petrol ucuz ancak hayat burada çok da ucuz değil. Gelip buraya alış veriş yapmaya heveslenmeyin.
· Kandil olmaz, Cudi olsun
Peki, herkesin merak ettiği soruya gelelim: Kandil dağına gittim ya da gördüm mü? Tabii ki gitmedim. Ne işim var orada… Ama Cudi dağı boyunca seyahat ettik. Kandil bitti, Cudi versek olmaz mı?
Adamların başlattığı kalkınma hamlesi… Beğenmediğiniz, burun kıvırdığınız, Peşmerge deyip küçümsediğiniz adamların memleketini gelin de görün, her tarafı şantiyeye çevirmişler.
· Ortadoğu’nun yeni Dubai’si geliyor
Kuzey Orak Kürt bölgesi işi bitirmiş. Adamlar önce güvenlik sorununu halletmiş… Irak’ta olan bitenler umurlarında değil. Kendi işlerine bakıyorlar. Irak terör belası ile uğraşırken, bu adamlar yatırım, kalkınma ve refah derdinde… Çok değil, 5-10 yıl sonra Ortadoğu’nun yeni Dubai’si olabilirler.
Türkiye, maalesef bugün 50 yıl öncesinin modası geçmiş ideolojik ve siyasi sorunlarıyla uğraşırken, adamların gözünü kalkınma, yatırım, gelişme bürümüş. Gelin diyorlar, kim olursanız olun gelin. Yeter ki dürüst çalışın. Burada dürüst çalışan her teşebbüs sahibi insana ekmek var
· Peki, biz neyle uğraşıyor?
Peki, biz neyle uğraşmışız? Kütçe türkü söylüyor diye, Cizreli gariban Muhammed’i 50 yıl memleketine koymamışız. Yazık. Çok yazık. Türkiye ne badireler atlatmış. Şimdi insan oturup buna gülmeli mi, ağlamalı mı?
Her türlü beceriksizliğimizi dış güçlere bağlamakta üzerimize yoktur. Marifetimiz yok, bahanemiz çok.
Atlarımız buraları yüzyıllardır egemenliği altında barış ve huzur içerisinde idare etmiş, yaşatmış, medeniyet getirmiş… Peki ya şimdi? O zamanlar dış güçler yok muydu? O zamanlar herkes Osmanlıya dost muydu? Yapmayın Allah aşkına!
· İnsan hakları ve inançlara saygı
Gelin görün adamların memleketini, hür türlü inanç, mezhep ve görüş temsilcileri istedikleri gibi yaşıyorlar, adamların memleketinde isteyen açık isteyen kapalı okuluna gidebiliyor. Kuzey Irak televizyonlarında Hıristiyanların görüntülerin ile Müslümanların görüntüleri ardı ardına veriliyor. Herkes istediği dili istediği yerde ve zamanda kullanabiliyor.
İnanç sahipleri, dinlerinin kendilerine emrettiği günde haftalık tatillerini yapabiliyorlar. Burada hatanın 3 günü Cuma, Cumartesi ve Pazar tatil var.
· Basbayağı bir devlet olmuşlar
Her tarafta, resmi kurumların önünde, dağlarda, tepelerde 2 bayrak asılı. Biri Irak bayrağı diğeri de tabii ki Kuzey Irak bayrağı… Bu bayraklara eşlik eden bir de kocaman kocaman resim var. Sanırım bu resmin kime ait olduğunu soracak adar saf değilsiniz. Tabii ki: Barzani
Burada herkes, çocuklar da dahil en az 3 dil biliyor. Kürtçe, Arapça ve İngilizce… Heyetimize her ne kadar Cizre Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Adnan Elçi Bey tercümanlık yapsa da, Kürtçe sayesinde heyetimizdeki birçok kişi Iraklı gardaşlarımızla rahat konuşabildiler. Allah Kürtce’nin eksiliğini vermesin! Maşallah heyetimizde de benden başka Kürtçe bilmeyen yoktu!
· Gezinin ikinci günü
Gezimizin ikinci gününde ilk resmi toplantı, Duhok Ticaret ve Sanayi Odasında gerçekleştirildi. Toplantıya Türk ve Kuzey Iraklı işadamları katıldı.
Duhok Ticaret Odası Başkanı Halim, toplantı öncesinde yaptığı konuşmada, Malatyalı heyetin Kuzey Irak’a gelmesinden çok memnun olduğunu söyledi. Türkiye ile önceden beri iyi ilişkiler içerisinde olduğunu söyleyen Halim, bu ilişkileri geliştirmek düşüncesinde olduğunu belirtti. Kuzey Irak bölgesinde güvenliğin tamamen sağlanmış olduğunu, bunun sayesinde ticareti geliştirdiklerini belirten Halim, şunları söyledi:
· Duhok Başkanı, bizi çağırıyor, Çin yerine Türkiye gelsin, diyor
“Geçmişte de Türkiye bizim için çok önemli bir ülke olmuştur. Ticari ve siyasi yönden her türlü ilişkiyi geliştirmek istiyoruz.
Türkiye’deki işadamları ve yatırımcılara kapımız açıktır. Her türlü yardımı yapmaya hazırız. Ticaret ve Sanayi Odası olarak ne gibi ihtiyacınız olursa yardıma hazırız.
Daha sonra söz alan TSO Başkanı Erkoç ise şunları söyledi:
“Gösterdiğiniz bu misafirperverlikten dolayı sizlere çok teşekkür ederim. Tarihi derinliklerden gelen müşterek bağlarımız var. Son dönemde Türkiye hükümetlerin komşularıyla iyi ilişkiler kurmasından dolayı ticari anlamda büyük gelişmeler sağladık. Bunun başında da siz Kuzey Irak gelmektedir. Devletimiz, bu bölgede 20 milyar dolarlık ihracatı hedeflemektedir. Bir kaç yıl öncesine kadar 1 milyar dolar olan ihracatımız birkaç yıl içinde 5 milyar dolara çıkmıştır.
Türkiye de sanayi alt yapısı ve yetişmiş insan gücü olarak bölgede önemli bir yere sahiptir. Umarız bu ilişkileri ve dostlukları daha ileri götürür ve ihracat rakamlarını artırırız. Tarih boyu hep birbirimizin dostu olduk bundan sonra da dostu olacağız.”
· Kürdistan TV’sini Malatya’ya davet ettim
Daha sonra toplantıya katılan işadamları karşılıklı işbirliği için görüşmeye geçtiler. Karşılıklı olarak hangi yatırımları yapabileceklerine ve nasıl bir işbirliği içine gireceklerine dair fikir alış verişinde bulundular.
Bu arada hemen şunu ifade edeyim. Ben de Kanal Malatya adına toplantıda bir konuşma yaptım. Ve Kuzey Irak medyasını “Kürdistan TV” sini Malatya’ya davet ettim. TV temsilcileri bu davete en kısa zamanda icabet edeceklerini bildirdiler. Malatya medyasının çok özel konukları olacaktır, tabii eğer gelirlerse Malatya’ya…
· Gani Şavata rüzgarı esiyor Kuzey Irak’ta…
Toplantıdan sonra Duhok’u gezmek üzere çarşıya çıktık. 37 kişilik Malatya grubu toplu halde Duhok’un sokaklarında gezerken, bu şehrin tek sinema salonunun önünden geçtik. Bir anda “Saddam”ın Askerleri” afişi gözümüze ilişti. Kameraman arkadaşım Bayram’a dedim ki, “Bayram bu bizim Gani Şavata’nın filmi değil mi?”
Sinema salonuna girdik. Bizim Gani’nin bütün film afişleri sıra sıra dizili… Sanki sinemayı kapamış bizim Gani… Bir tuhaf duygu belirdi içimizde… Bize dediler ki, film artisi Gani Şavata da burada… Sinema salonunun yanındaki bir kırtasiye dükkanında kalıyormuş… Gittik, kendisini orada bulduk. Kucaklaştık, hasbihal ettik.
· Şavata filmleri 24 saat Kürdistan TV’lerinde…
Kuzey Irak’ta adeta Gani Şavata rüzgârı esiyordu. Şöhreti bütün Kuzey Irak’ı sarmıştı. Sokaklarda ve sinema salonunda Kuzey Iraklı gençlerin büyük sevgisine mazhar olmuştu. Gani Şavata, Kuzey Irak’ın adeta Cüneyt Arkın’ı olmuş…
Kuzey Irak televizyonlarında 24 saat filmleri gösteriliyordu. Ve sinemalarda Gani’nin filminden başka hiçbir şey gösterilmiyordu. Tabii bir Malatyalı olarak bu bizlerde garip bir sevinç ve gurur yaratmıştı.
Duhok çarşı gezisinin ardından Duhok Ticaret ve Sanayi Odası tarafından verilen öğlen yemeğine katıldı. Artık Duhok’tan ayrılma vakti gelmişti. Gösterilen ilgi ve alakadan Malatya heyeti gerçekten mutlu olmuştu. 2 gün içinde çok güzel ve sıcak bir ilişki kurulmuş, iki taraf da memnun bir şekilde ayrılıyordu.
· Ver elini Erbil…
Kuzey Irak’ın başkenti Erbil’e hareket etmenin artık zamanı gelmişti. Yolumuz uzun ve saat 18.00 civarında Erbil’e varmamız gerekiyordu. 200 kilometrelik yolu yaklaşık 4 saatte aldık, çünkü yol tek şeritliydi ve dikkatli gitmemiz gerekiyordu.
· Otel’de kalan konsolos…
Erbil’e sağ salim ulaştık ve otelimize yerleştik.
Akşam saatlerinde Türkiye’nin Erbil konsolosu Aydın Sercan’ı ziyaret ettik. Henüz konsolosluk binası faaliyete geçmediği için konsolos bir otelde ikamet ediyor ve faaliyetlerini geçici olarak buradan sürdürüyordu.
Erbil Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Dara Jalil Al-Khayat akşam otelde Malatya heyeti onuruna bir akşam yemeği verdi. Akşam yemeğine Türkiye’nin Erbil Konsolosu Aydın Sercan, Cizre Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Adnan Elçi, Erbil’de faaliyet gösteren Türk iş adamları, Kuzey Iraklı işadamları katıldı.
· Yemekte Türkçe konuşan Erbilli Başkan…
Erbil Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Dara Jalil Al-Khayat, yemekteki hoş geldiniz konuşmasını çok tatlı ve sevecen bir Türkçe ile yaptı. Malatya heyetinin ziyaretinden çok memnun kaldıklarını belirten Khayat, Irak ile Türkiye ve bilhassa Malatya arasında karşılıklı işbirliğinin artacağından emin olduğunu söyledi.
Konsolos Aydın Sercan ise yaptığı konuşmada, son iki yıl içerisinde Kuzey Irak ile Türkiye arasındaki ticaret hacminin önemli ölçüde arttığı belirterek, Malatyalı işadamlarını burada ağırlamaktan son derece mutluluk duyduğunu belirtti.
Malatya Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Hasan Hüseyin Erkoç da yaptığı konuşmada, gösterilen yakın ilgi ve alakadan çok memnun kaldıklarını belirterek, Kuzey Irak’lı işadamlarını da en kısa zamanda Malatya’ya beklediklerini söyledi.
· Erbil-Malatya görüşmeleri
Erbil Ticaret ve Sanayi Odası’nın düzenlediği toplantıda Kuzey Irak ve Malatyalı işadamları bir araya geldi.
Erbil Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Dara Jalil Al-Khayat, toplantının açılış konuşmasında şunları söyledi:
“Hepiniz hoş geldiniz. Buraya geldiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum. Gerçekten bu bizim için gurur kaynağıdır. Malatya büyük bir şehirdir. Kürdistan bölgesi emin bir bölgedir ve hiçbir sorun yoktur ve yenileşmeye açık bir ülkedir. Türkiyeli işadamlarının buraya gelmesini ve buradaki imkanları değerlendirmelerini istiyoruz. Buraya yatırım yapmak isteyenlere yardımcı olmak istiyoruz.
Geçen aylarda Türk hükümeti buraya yatırım için teşvikler veriyor. Özellikle Dışişleri Bakanı ve Ekonomi bakanının gelmesinden sonra burada yeni bir sayfa açıldı.
Şunu söyleme istiyorum, Türkiye’nin burada konsolosluk açması önemli bir gelişmedir ve manalıdır. Sizin gibi değerli işadamlarına teşekkür ediyorum ve inşallah burada umduğunuzu bulunursunuz.”
Malatya ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Hasan Hüseyin Erkoç, şunları söyledi:
“Bu bölgeye geldiğimizden beri çok büyük bir ilgi ve alakayla karşılaştık. Bölge insanlarımızla tarihi derinliklerden gelen müşterek yönlerimiz var. Biz burada yatırım yapma istiyoruz. Yatırım imkânlarının burada olduğunu gördük ve sevindik. Bilhassa hükümetimizin komşularıyla iyi ilişkiler kurması bu azmimizi artırdı. Vizelerin kalkması önemli bir gelişmedir. Dünyadaki gelişmeler komşularımızla ilişkilerimizin daha ileri götürülmesini mecbur kılmaktadır.
Yerinde yaptığımız görüşmelerde gördük ki, 2012 yılında 20 milyar dolarlık bir ticaret hacmine kavuşacağımıza inanıyorum.
Konuşmalardan sonra hem Malatyalı hem de Kuzey Iraklı işadamları birbirlerini tanıttılar ve hangi alanda yatırım yapmak istediklerini belirttiler.
· Ve Kürdistan Meclisindeyim…
Gün içinde Kuzey Irak Bölgesi’nin (Kürdistan) Meclis binasına gitmenin yolunu arıyordum. Cizre Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Adnan Elçi’nin referansları ile nihayet amacımıza ulaştık. Bir taksiye binip Erbil’in merkezinde yükselen “Kürdistan Meclisi-Irak” yazılı devasa binaya giriş yaptık. Güvenlik duvarlarını bir bir aşıp nihayet Meclis binasına girdik. Buradaki son güvenlik taramasına takıldık. Bizi fotoğraf makinesi ve kameralar olmadan ancak içeri alabileceklerini belirttiler.
Üzerimizdeki bütün elektronik eşyaların hepsini danışmada bırakarak yukarı çıktık. Bizi bekleyen üst düzey bir yetkilinin (ismi bizde saklı) odasında karşılandık. Bir yandan ikram edilen Mırra çayımızı yudumlarken bir yandan da sohbet ediyorduk. PKK‘yı asla desteklemediklerini ve silahlı hiçbir güce olumlu bakmadıklarını belirten yetkili, “Eğer bir amaçları varsa, gitsinler siyasi yönden mücadele etsinler. Biz silaha ve teröre karşıyız” dedi.
· “Türkiye ile iyi ilişkiler kuruyoruz”
Kuzey Iraklı yetkili, Türkiye ile kader birliği yaptıklarını, tarihi bağlarla birbirlerine bağlı olduklarını, kültürel ve inanç birliği içinde olduklarını anlatarak, “Biz kardeşiz. Bizim aramızda hiçbir sorun yok. Türkiye hükümeti bakanlarını bize gönderiyor. Konsolos tayin etti. Artık karşılıklı işbirliği içinde birlikte elele verip kalkınmanın yollarını aramalıyız. Biz kapımızı sizlere açtık. İşadamlarınız gelsinler bizde yatırım yapsınlar.” dedi.
Kendisini Türkiye’ye davet ettim. Davetimi memnuniyetle kabul etti. Çok faydalı ve verimli bir görüşme oldu. Çok müspet duygularla Meclis binasından ayrıldık. Güvenlik mensuplarından çalışan memurlarına kadar karşılaştığımız çoğu kimseyle sıcak ilişkiler kurduk. Türkiye’den geldiğimizi söyleyince, herkesin yüzü gülüyor, gözleri parlıyordu. Kısacası önyargıların değişmesi için mutlaka yerinde ziyaretler, yüz yüze görüşme, sıkı ilişkilerin kurulması gerekiyor.
· Erbil camisi ve çarşı pazarı
Toplantıdan sonra Erbil Ticaret ve Sanayi Odasında Malatya heyetinin onuruna bir öğlen yemeği verildi. Yemekten sonra heyet, Erbil Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Daha El-Khayat’ın babası tarafından yaptırılan camii gezildi. Erbil şehrini gezen ve çarşı pazarından alış veren yapan Malatya heyeti akşam saat 18.00 sularında Türkiye’ye dönüş yapmak üzere Habur sınır kapısına doğru hareket etti.

14 Eylül 2009 Pazartesi

Malatyalı "ANKA"

Alişan HAYIRLI

Malatya’mızın yetiştirdiği çağdaş yazarlardan, romancı, belgesel yapımcısı, şair, sevgili dostum Sadık Yalsızuçanlar’ın son romanlarından biri olan Anka’yı okuma fırsatını değerlendirdim ve iki solukta bitirdim.
Bu roman, öncelikle Malatyalıları, Uşaklıları, Bursalıları çok yakından ilgilendiriyor. Çünkü Anka, Malatyalı Niyazi Mısri’yi anlatıyor. Niyazi Mısri de hayatının büyük ve en önemli kısmını Bursa’da ve Uşak’ta geçirmiştir.
Asıl adı Mehmet olan Niyazi Mısri, 8 Şubat 1618 yılında Yeşilyurt İlçesi’nin Soğanlı köyünde dünyaya gelmiş.(Yani hemşerim). Niyazi ve Mısri isimlerini sonradan mahlas olarak almıştır. Hayır, Mısri’nin hayatını burada anlatacak değilim. Ne yetkim var ne de bilgim.
Ancak onun hayatını roman olarak anlatan Anka ile ilgili bir-iki satır yazma hakkım vardır, diye düşünüyorum. Sevgili üstadımız, Sadık ağabeyimizin engin hoşgörüsüne, okuyucuların da anlayışına güvenerek kendi görüşlerimi aktarmak istiyorum.
40’ün üzerinde eser vermiş Yalsızuçanlar’ı eleştirmek bizim haddimize değil. Türkiye’de Romancı denilince ilk akla gelen isimlerdendir Yalsızuçanlar… Eserini okuyup sükût etmek yakışırdı bize… Alacağımızı alır, anlayamadığımızı da sormak yakışırdı bize… Ama üstadın özel hayatındaki mütevazı hali, hoşgörüsü, anlayışı ve teşvik edici davranışları bana bu yazıyı yazma konusunda cesaret verdi.
Hemen şunu da belirtmeliyim ki, yapacağımız hiçbir eleştiri, ekleme, düzeltme ya da çıkarma eserin yüceliğine zerre miskal toz dahi konduramaz, büyüklüğüne gölge düşüremez, eserin fevkaladeliğinden hiçbir zerre azaltamaz.
Hadi bir şey daha belirteyim, bu eserin roman tekniği açısından bir zirve olduğunu peşinen kabul ve takdir ediyorum.(Hoş, sanki sen kabul ve takdir etmesen ne olacak ki!) Hele hele tasavvufi hayatın ve felsefenin en önemli isimlerinden biri olan Niyazi Mısri’yi roman olarak anlatmak her babayiğidin kârı olmasa gerek. Manevi dünyamızın en önemli temsilcilerinden biri olan Niyazi Mısri ve ekolünü romanlaştırmak ancak Yalsızuçanlar’ın altından kalkabileceği bir iştir.
İçindeki görüşlere katılıp katılmamak ayrı bir konu fakat her Malatyalının mutlaka bu kitabı okuması lazımdır. Böylelikle, Mısri’ye gerekli ihtimamı göstermeyen Malatyalı da bir nebze olsun kendini affettirmiş olur.
Şimdi gelelim romana;
“Anka”, Sadık Yalsızuçanlar’ın Niyazi Mısri’nin artık menkıbevi bir hal alan hayatını, biyografisini romanlaştıran bir kitabı…
Roman sizi daha ilk satırlarından ve sayfalarından itibaren sarıp sarmalıyor. Sizi gizemli ve esrarengiz bir dünyanın içine çekiyor. Hayattan ve dünyadan ayağınızı kesiyor. Sizi başka bir âleme sürükleyip bırakıyor. Romanı bir gecede bir solukta bitirmek zorunda kalıyorsunuz. Sanırsınız ki, yarıda bıraksanız, yarın devam edeyim derseniz, elinizden kaçıp gidecek, bir Zümrüdü Anka gibi… Sizi kuşatan esrarengiz havanın tesirinden kopmaktan, bunu yarın yakalayamayacağınızdan endişe ediyorsunuz.
O kadar ki, İslam dünyasının yıllarca tartıştığı nice netameli konuların romandaki yansımalarına bile aldırmıyor ya da altını çizip “Bunların ne kadarı İslam’a uygun?” demeye fırsat bulamıyorsunuz.*
Sanki bir mitolojinin içindesiniz. Sanki anneanneniz size masal anlatıyor. Sanki yaşadığınız çağın ötesinde, Kaf Dağı’nın ardında bir masal ülkesindesiniz. Roman, kendisini okutmak için yeterli ölçüde etkili ve yetkili enstrümanlara sahip…
Roman daha ilk sayfalarından itibaren sizi tasavvuf ile tanıştırıyor. (Zaten öyle de olması gerekiyor.) Onun kavramları, onun kendine has dünyası ile buluşturuyor sizi… Geleneksel tasavvuf kitaplarından tek farkla ki, bunu edebi ve akıcı bir dille yapıyor. Mistisizm, romanın iliklerine kadar hâkim olmuş, adeta kitabı esir almış.
(Fakat tasavvuf dünyasının ve sufi geleneğin yabancısı olan okuyucu için roman sıkıcı gelebilir. Sanırım romanın da hedef kitlesi bütün okuyucular olmakla birlikte özelde tasavvuf ve tarikat ehlidir.)
Öncelikle romanın konusu ile ismi arasındaki uyuma dikkat çekmek istiyorum. “Anka”, romana konulan en isabetli isim olmuş. İsim, romanın ana temasıyla mutlak uyum içerisinde… Doğrusu bir mutasavvıfın hayatını konu alan romana da başka bir isim verilemezdi.
Romancının halen yaşadığı şehir olan “ANKA’ra” ve soyadı olan “Yalsızuçanlar” yani “kanatsızuçanlar” kelimesindeki uçmaktan mülhem mi, onu bilmiyorum.
Anka’nın nasıl bir kuş olduğunun hikâyesine bir göz attığımızda romanın ana konusu ile ne kadar örtüştüğünü daha iyi anlayacağız.
Simurg (Farsça: سيمرغ) veya bir diğer ismiyle Zümrüdü Anka efsanevi bir kuştur. Pers mitolojisi kaynaklı olsa da zamanla diğer Doğu mitoloji ve efsanelerinde de yer edinmiştir. Ayrıca zaman zaman sadece Anka kuşu olarak da anıldığı olmuştur.
Sufi Ferîdüddîn-i Attâr bu kuştan kendini aramanın sembolü olarak söz eder. Batı’da Feniks, İran tradisyonunda Simurg, Orta doğu tradisyonunda Anka kuşu, Türk tradisyonunda Kerkes adını alan bu efsanevi kuşların ortak bir özelliği ölümsüzlüktür. Ayrıca bu kuşlarla ile ilgili anlatımlarda genellikle bir yanma motifi bulunur. Örneğin, Kerkes, Herodot ve Plütark’ın değindiği Feniks’te de görüldüğü gibi, öleceği zaman, bir tür ateş olup kendi kendini yakan ve kendisinden yeniden doğan bir kuştur. Anka ya da Zümrüd-ü Anka Orta doğu tradisyonuna göre, Kaf Dağı’nda yaşar. Bu efsanevi kuş sembolizmlerinde simgelenen başlıca anlamlar, spritüel aydınlanma ve reenkarnasyon olarak açıklanır. Feniks sembolizminde kuşun yanması cehenneme iniş deneyimini, yeniden doğması ise arınılarak saf şuur halinin elde edilişini simgelemektedir.**
Anka, mitolojik bir kuştur, yani efsanedir. Yazar, romanına konu ettiği Mısri’yi Anka kuşuyla özdeşleştirmektedir.
*************
Roman’da, Niyazi Mısri üzerine bir doktora tezi hazırlamakta olan Mehmet’in içine düştüğü acılar dile getirilmekte… Özel hayatında karısı ile şiddetli geçim sıkıntısı yaşayan ve boşanmak üzere olan ve roman sonunda da boşanan Mehmet’in ıstırapları, Niyazi Mısri’nin hayatı ile paralel olarak anlatılmakta…
Kitapta Niyazi Mısri’nin kronolojik yolculuğu; Mehmet’in hazırlamakta olduğu tez ve karısı ile yaşadığı tatsız olaylarla iç içe anlatılıyor. Bir yönüyle de sanki tarih kitabı… Niyazi Mısri’nin yaşadığı dönemdeki Osmanlı Sultanlarının kısa hayatları da kitapta yer alıyor.
Yazar Osmanlı’ya ve sultanlarına karşı pek sıcak bakmıyor. Osmanlı’nın feci yıkılışını, Niyazi Mısri ve bu ekolün diğer mensuplarına uygulanan muameleye bağlıyor. “Bak işte siz böyle yaparsanız, sonunuz da böyle olur” der gibi…
1600’lü yıllar ile 2000’li yıllar arasında mekik dokuyor yazar… Osmanlı’nın “zulmüne duçar olan” Mısri ile onun tezini hazırlayan ve karısının zulmüne duçar olan roman kahramanı Mehmet’in hikâyesi iç içe veriliyor. Her iki kahraman da zulüm görüyor ve acı çekiyor. Kitapta, roman kahramanı Mehmet aslında bir akademisyen ya da doktorasını hazırlayan bir öğrenci gibi değil Mısri’ye tabi olan bir derviş gibi yaşıyor ve davranıyor.
(Laf aramızda yazarın hayatı da roman kahramanı Mehmet’in hayatından pek farklı değil. Bazen romandaki Mehmet ile kitabın yazarı Yalsızuçanlar’ı birbirine karıştırıyorum. Farkında olarak mı olmayarak mı, bilmiyorum, romandaki Mehmet genellikle yazar Yalsızuçanlar gibi konuşuyor, düşünüyor ve yaşıyor. Bu benzerlik hep kafamı karıştırdı, ben de telafisi mümkün olmayacak şekilde şüpheler uyandırdı.)
Roman içerisinde tasavvuf dünyasının klasiklerinden olan keramete, gaybdan haber vermelere sık sık rastlıyoruz. Yazar, bu motifleri de ustalıkla işleyip eserinin arasına serpiştirmiş. Böylece eserin okunabilirliğini, heyecanını artırabilmiş. Yazarın sık sık başvurduğu bu yöntem kitabın ana unsurlarını oluşturmuş.
**********
Niyazi Mısri’nin Malatyalı olmasından ötürü yazarın, roman içinde Malatya’ya fazlasıyla yer verdiğini söyleyebiliriz. Yazar, Malatya’nın 30-40 yıl önceki halini kendi çocukluk duyguları ve anılarıyla birlikte verirken, bunları Niyazi Mısri’nin hayatıyla ilintili bir şekilde ortaya koyuyor.
Çarmuzu mahallesinde, işlediği ilk günahı anlatan bölüm gerçekten etkileyici ve gıdıklayıcı. Okuyucu, o bölümleri okurken, eminim ki herkes kendi işlediği ilk günahı kafasında canlandırmıştır. Fakat erik hırsızlığı için arkadaşı ile birlikte gittiği Gâvur Hakkı’nın bahçesinde, kızı Sevim ile karşılaşması ve bilahare rüyasında onu görmesini romanın ağır ve her tarafından tasavvuf kokan ana kurgunun neresine oturtacaksınız?
(Malatya ve Aspuzu’dan bahseden bazı bölümleri aşağıda yazının sonunda sunuyorum)
Bölümler arasında bağlantıyı kurmakta zorlandığım anlar oldu.
Nitekim yazar bölümler arasında keskin geçişler yapıyor.
Eskimalatya’da Menzil çayevinde otururken kendinizi bir anda 300 küsur yıl geriye gidip Dördüncü Murat sonrası Osmanlı’da Deli İbrahim’in iktidarı ile sonuçlanan çetin saltanat kavgasının içinde buluyorsunuz.
Bazen de Niyazi Mısri’nin Sinan Ümmi ile Elmalı’da buluşmasını okurken, bir anda yazarın karısı ile yaptığı telefon kavgalarından birine şahit oluyorsunuz.
Ankara sokaklarında kendisini kalabalığın içine atan yazarın bunalmış halinden, bir anda Dördüncü Murat’ın Bağdat seferine katılabiliyorsunuz.
Bu keskin geçişler, okuyucu üzerinde nasıl bir etki yaratıyor?
Bu geçişler, sayfa geçişleri kadar basit ve kolay olmuyor.
Tez hazırlamakta olan Mehmet’in hocaları ile tartışması, tasavvufi ve sufi dünyanın esrarengiz, sembolik dünyasına karışıyor, okuyucu bir oradan bir buraya savruluyor.
Tasavvuf mistisizminin alabildiğine karışık ve kozmik dünyası kısa cümlelerle, soluk soluğa anlatılıyor.
Alabildiğine mücerret bir dünya, bir hayat, Yalsızuçanlar’ın kaleminden daha bir mücerret hale gelmiş. Yazar, okuyucu tarafından anlaşılabilme endişesi taşımıyor. (Öyle zannediyorum) O dünyanın sahip olduğu silahı otomatik tüfek gibi kullanıyor. Kelimeler birer mermi gibi… Bazı bölümlerde, nefes bile almamıza müsaade etmeden üzerimize üzerimize geliyor. Zikir dairesindeki halkadan kopan bir dervişin kendini kaybedercesine “Hu!” çekmesine benziyor cümleleri… Bazen sakinleşiyor ve ayıldıktan sonra bir bardak su içen derviş misali, yazar da kendi hayatından bir bölüm aktarıyor bize…
Daha gençliğinde Menzil şeyhi ile tanışması ve orada yaşadığı bir anıyı anlatması, bence yazarın yazarlık zirvesine çıktığı en çarpıcı sahnelerden biri… Anlatım tekniği ve roman sanatı açısından beni en fazla etkileyen bölümlerin başında gelmektedir.
Hayatım boyunca şeyh-mürit ilişkisi yaşamadığımı, böyle bir dünyanın içinde yer almadığımı herkes bilir. Öyle de olsa bu, tekke hayatının bir ritüelini en iyi şekilde anlatan bir sanat eserini takdir etmeme engel teşkil etmemeli, diye düşünüyorum.
Kitapta dini açıdan katılmadığım birçok görüşün olduğunu bilmem söylememe gerek var mı? Zaten kitabı bu yönüyle eleştirme ayrı bir yazı konusu olmalı. (Zaten kitap bu yönünle mümbit… Eleştirmek isteyen için malzeme çok) Ben bu yöndeki görüşlerimi saklı tutmak kaydıyla, tamamen kitap hakkındaki genel düşüncelerimi serdediyorum.

**********
Tasavvufun kendine has dünyası kitapta fazlasıyla yer kaplamış.
Kitap bir anlamda, Muhittini Arabi’nin, Geylani’nin, Bağdadi’nin, Beyaziti Bestami’nin, tasavvuf ve sufi geleneğinin en ünlü temsilcilerinin ortak izdüşümünü roman diliyle ortaya koyuyor.
Kitaba, bu dünyanın esrarengiz, sırlı ve gizemli hali fazlasıyla sinmiş. Ama ne yazık ki, kitabı okuyan zavallı okuyucular, bir türlü Niyazi Mısri ile Osmanlı iktidar mensupları arasındaki ihtilafın ne olduğunu, Mısri’nin Osmanlı’ya neden muhalefet ettiğini, hangi konularda anlaşmazlığa düştüklerini bir türlü öğrenemiyor.
Daha önceden Mısri’nin hayatını okumamış bir okuyucu, kitap sonunda bu soruların kesinlikle cevabını bulamıyor.
(Son bölümlerde bu konuda kısmen de olsa bilgiler verilmiş. Ancak temel anlaşmazlıklar, kavgaların altında yatan felsefi, fikri, dini anlaşmazlıklar anlatılmamış. Medrese-tekke savaşının arka planına fazla yer verilmemiş. Sadece kabaca her iki tarafın da karşılıklı iftira, yalan, dolan ve iktidar kavgası yüzünden birbirlerini suçladıkları anlatılıyor.
Kaldı ki, doğrusu nefis tezkiyesi ve insanın kâmilleşmesi üzerine kurgulanan bir ekolün mensuplarının, kitapta anlatıldığı üzere birbirlerini dedikodu, yalan, gıybet, iftira ve asılsız suçlamalar üzerinden yıpratmaları, kan dökmeleri, savaşmaları, birbirlerinin ibadethanelerini yıkmaları, sürgünlere başvurmaları vs. anlaşılabilir gibi değil. Hele hele birbirlerini kâfirlikle ve zındıklıkla suçlamaları ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. Bunu biz sosyologlara, tarihçilere ve bilim adamlarına bırakıp romana dönelim)
**************
Fevkaladelikler, mucizeler, insanüstü yaratıklar, doğaüstü haller, kerametler romanın belli başlı temaları…
Romanın bazı bölümlerinde okuyucu, tasavvufi hayatın vazgeçilmez unsurları olan kendinden geçme, kendini kaybetme, yok olma halini fazlasıyla müşahede ediyor.
Yazar, roman kahramanı Mehmet’in hayatıyla Niyazi Mısri’nin hayatı arasında zaman zaman paralellikler kurmakta son derece usta kurgular üretmiş.
Mesela Niyazi Mısri’ye ait, Bursa’da rüyasında kalaycı gördüğüne ilişkin anısını okurken, tam o sırada Malatya’da eski komşuları kalaycı İzzettin Amca’nın ölüm haberinin gelmesindeki hikmet ne olabilir ki?
***********
Roman kahramanı Mehmet, Niyazi Mısri’yi, eserlerini ve hayatını, kendi karısı ve çocuğuyla yaşadığı mutsuz hayattan bir kaçış yeri olarak görüyor. Bir sığınak yeri… Kalbindeki ve içindeki boşluğu Niyazi Mısri’nin beyitleriyle dolduruyor. Hayata Mısri’nin şiirleriyle bağlanıyor.
************
Yazar, romanda sık sık üstü kapalı olarak, tanınmış bir Avusturyalı felsefeciden de söz eder. Zaman zaman bu felsefeciyi Niyazi Mısri ile özdeşleştirir ve onun da böyle düşündüğünü söyler. “Viyanalı Ermiş” adıyla zikrettiği bu ünlü yazar, 20. Yüzyılın en önemli filozoflarından Ludwig Wittgenstein’dır. Zaten kitabın başında da bu kişiye ait bir söz yer almaktadır.
Yazarın bu kişiden bir hayli etkilendiği ve onun düşüncesi ile Niyazi Mısri başta olmak üzere İslam Mistisizmi arasında önemli benzerlikler gördüğü anlaşılmaktadır.***
**********
Burada şu önemli tespiti yapmak gerekiyor. Yazar, Niyazi Mısri’nin hayatını romanlaştırırken, yani adını “Anka” koyduğu bu eseri yazarken aslında içeriden birisi olarak yazıyor, dışarıdan birisi olarak değil… Tasvir ettiği bu dünyanın zaten bir parçası… Bu yolun yolcusu… Bu ekolün bir mensubu… Yazarlık yeteneği, kelimelere hâkimiyeti, roman tekniğini ustalıkla kullanması… falan bütün bunlar tamam… Fakat yazarın romandaki asıl başarısı, okuyucuyu hiç sıkmadan sonuna kadar sürüklemesindeki asıl başarısı buradan gelmiyor.
Yazar romanı inanarak, yaşayarak yazmış. Vecd haliyle yazmış, belki yazdırılmış. Romanı yazmamış adeta yaşamış… Zaten tarihe damgasını vurmuş en önemli mutasavvıflardan biri olan Divan Şairi’nin o gizli dünyasına vakıf olmak, onu mecaz dünyasından madde dünyasına(romana) aktarmak başka türlü ruh haliyle mümkün değil… O zaman sıradan, didaktik bir roman haline dönüşürdü ki, zaten piyasada Niyazi Mısri’yi anlatan 10’larca eser var…
(Fakat burada, yazarın kitabı yazarkenki ruh halini ele veren bir bölümden bahsetmeden geçemeyeceğim. 51. sayfada, Cibali Baba’nın öldürülüşünün hikâyesi anlatılırken, İstanbul’un fethi ile ilgili ilginç ve korkunç bir “gerçeği” de öğrenmiş oluyoruz. İstanbul’un fethi, Cibali Baba’nın öldürülüşü üzerine mümkün olmuş. Cibali Baba, sabahlara kadar dua edip, “Gâvurcuklarımı öldürme” dediği için fetih gecikiyormuş. O ölmedikçe şehri alamazlarmış. Bunun üzerine Cibali Baba’yı öldürmüşler de İstanbul feth olunmuş. Kitabın kimi yerlerinde benzer uçuk hikâyeler yer almakta… İnsaf sahibi tasavvuf erbabının dahi zor kabul edeceği bu tür hikâyeler, yazarın kitabı yazarken kendini ne kadar kaptırdığını göstermektedir.)
Yere kadar eğilip selam alan ağaçlar, söz dinleyen kütükler, kavanoza bakmaksızın içindeki zehri bilenler, Süleyman’ın öldürüleceğini 1 yıl önce haber verenler gibi birçok keramet ve gaipten haber vermeler, “insan ötesi” haller kitapta bol bol yer almaktadır.
*******************
Romancı, biyografisini romanlaştırdığı şahsiyetin yaşadığı mekânlardaki izini sürürken, arkeolojik kazı çalışması yapan bir arkeolog gibi yaklaşmıyor ortaya çıkardığı eserlere…“Bu sıralarda kaldığın Kasımpaşa’daki Hasan Hüsamettin Efendi’nin hankahında bir kuyu kazdırıyorsun. Geçen yaz İstanbul seyahatimde kuyuyu, hücreni, gözyaşlarıyla ıslattığın tahta döşemeyi gördüm. Karım niçin ağladığımı bilmiyor”
Yalsızuçanlar, burada romanına konu aldığı kişinin hayatını kaleme alan bir yazar değil, roman kahramanının bir müridi, bir dervişi gibidir.
“Hazret” in doğduğu ve büyüdüğü topraklara mensup olmaktan ayrıca bir haz duyduğuna şüphemiz yok, yazarın…
Ancak yazarın Malatya’ya olan sevgisi, aşk derecesindeki tutkusu da, belki kendisinin Malatyalı oluşundan çok, Niyazi Mısri’nin Malatyalı oluşundan ileri geliyor. Kim bilir…
Sık telefon görüşmelerinde ve Malatya’daki yüz yüze sohbetlerimizde Niyazi Mısri’den hep “Hazret” diye söz etmekte ve Onun öldükten sonra da keramet sahibi olduğuna inanmaktadır.
“”Hazret” bu salonu doldurur, “Hazret” yapar, “Hazret” gücenir, “Hazret”’in ruhu geldi, “Hazret” buralarda dolaşıyor…
“Hazret” gelir mi, küser mi, kızar mı bilmiyorum ama Yalsızuçanlar’ın Türk romancılığına soluk aldıran, yeni bir ivme kazandıran, örnek bir şaheser ortaya koyduğuna hiç şüphem yoktur.
*******************
Kitapta, roman kahramanı Mehmet’in karısı ile yaptığı kavgalardan sıkça bahsediliyor. Karısının kendisine çektirdiği acılardan bunalan Mehmet, var gücüyle Niyazi Mısri’den yardım istiyor:
“Ey Niyazi, şimdi buradasın, Dikmen’deki evimin odasında, yalnız, mutsuz, umutsuz bir halde sancıyan bedenimin içindeki ruhtasın. Elini uzattın, tutunmaya çalışıyorum. Lütfen bırakma beni. Beni bu çaresizliğin içinden çekip çıkar. Himmet et. Karımın, benden uzaklaşan, yüreği öfke dolu oğlumun çevrelediği yalnızlıktan, onun zehrinden çekip al.
Yüzüme bak. Ruhuma bak benim, onu bana göster.
Ellili yaşlarımda, senin gibi ben de dilin eşiğindeyim hâlâ.” (Sayfa 66)
****************
300 küsur yıl önce Niyazi Mısri’nin Malatya’dan çıkıp uğradığı yerlerden biri de Bağdat… Bağdat, Kufe, Kerbela gibi kentler Sufi dünyanın en fazla önem verdiği bölgelerdir. Tasavvufi düşüncenin ilk defa neşvü neva bulduğu şehirlerdir. Niyazi Mısri Bağdat’a ayak bastığında, yazarımız da Bağdat’ın tarihi ile ilgili geniş bilgi vermektedir. Hakikaten, boşuna “Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz” dememişler. Bağdat’ın çok acı bir tarihi var. Anlatmaya ve okumaya insanın dili ve yüreği varmıyor.
Yazar, burada Mısri’nin Bağdat seyahatini anlatırken aynı anda günümüze dönerek Bush ve Saddam’ın zalimliklerini anlatıyor ve bize Niyazi’den günümüze bir Bağdat ağıtı sunuyor.
*****************
Kitabın 17. bölümünü bitirdiğimde, “Şu Tolstoy da ne büyük bir yazar. Kadın ruhunu nasıl da anlatmış…” dedim yanımda oturan anneme… Pardon Yalsızuçanlar demek istemiştim. Neyse ki kırdığım potu annem anlamadı. Ben tekrar kitaba döndüm.
Bir an için okuduğum eserin kime ait olduğunu karıştırdım. Kitabın 17. bölümü gerçekten Tolstoy’un Kroyçer Sonat’ı aratmıyordu. “Kadın”, “Allah”, “Sevgi”, “Evlilik”, Şehvet” vs. kavramlarını, karısı ile yaşadığı sorunlar ve acılar üzerinden dile getirirken sanatının zirvesine çıkıyor, yazarımız…

**************
Sanki makineli tüfek gibi ateş ediliyor okuyucuya, kimi yerlerde, yükselen bir dozda… Sanki okuyucu bombardımana tutuluyor. Bir sufi dervişin geçtiği merhaleler mistik bir dille, akıcı bir üslupla veriliyor. Kimi yerlerde de, okuyucuya nefes aldırmak için, bir arkadaşı ya da bir hocası ile yaptığı “basit” diyaloglar çıkıyor karşımıza… Niyazi Mısri’nin hayatı gibi roman da inişli çıkışlı bir seyir izliyor.
Mozart’ın 52. Senfonisi’ni dinlerken sürüklendiğim ruh halini andırıyor, Anka… Hiç bir müzisyen onun kadar, eserlerinde inişli çıkışlı, sevinçli ve hüzünlü bir yaşamın kararsızlıklarını yansıtmamıştır.
Aynı Mozart’ın senfonisi gibi derin bir sessizliğine bürünüyor, dinleniyor ve kendinize geliyorsunuz, ardından bir anda enstrümanların yükselen çığlıkları ile başka bir ruh haline geçiş yapıyorsunuz.

*************
Kitabın sonuna doğru yaklaştığımda, eserin içine serpiştirilmiş Niyazi Mısri ile ilgili bilgi kırıntıları bir yana, hafızamda kalan, beni etkileyen Niyazi Mısri’den çok, yazarın Niyazi Mısri’ye yakarışları, nefes kesen feryatları, canhıraş haykırmaları oldu. Yazar; kendi duygu, düşünce ve sayıklamalarını ön plana çıkarmış, bunu yaparken son derece profesyonel bir dil ve üslup sergilemiş. Aidiyet hissettiği dünyanın terminolojisine hâkim olan yazar, bu avantajını sonuna kadar kullanmış.
Yalsızuçanlar üstadımızın bu kitabı yerde yazdığına inanmak gerçekten güç… Bence bir rüya âleminde, ya da gökte henüz bizim bilmediğimiz, belki yüzyıllar sonra icat edilecek bir araç içinde veyahut bulutlar üzerinde yazmıştır. Türk edebiyatında, Türk romanında bir dönüm noktası olabilecek bir eser… Tekniği, dili, üslubu, kurgusu vs. romandan da öte bir şaheser, bir heykel, bir klasik müzik bestesi, bir şiir…
Kitabın son sayfasını çevirdiğimde, sanki ruhumun derinliklerinden, içimden, kalbimin bir köşesinden, yüreğimin kenarından bir kuş havalandı… Turgut Özal mahallesindeki evimizin balkonundan süzülerek, yemyeşil Çilesiz vadisinden Yeşilyurt, Gündüzbey, Banazı taraflarına doğru hızla kanat çırptı… Menzili ve nereye uçacağını biliyormuş gibi süzülüyordu.
Bir çocuk kuşu göstererek bağırıyordu:
“Bakın! Anka kuşu!”

******************
Notlar:

Anka’da, Malatya ile ilgili bölümlerden bazıları:
…dünyaya geldiğin yeri, zamanı, Malatya’nın Aspuzu toprağında bir gül gibi biten varlığını anlatıyorum. Dünyayla gelmişim, senin dilinde, şafak söküyor anlamına geliyor. Gün doğuyor, Aspuzu… Amcamın karısı da oralı idi. Yukarı Banazı derlerdi. Şimdi konak olmuş. Bir bürokrat arkadaşım milletvekili olacağı zaman, soyadını Konaklı diye değiştirmişti, oralıydı. Şimdi bile yemyeşil, sulak bir yer olduğuna göre, o zaman kimbilir ne kadar gönülçelen bir cennetti. (Sayfa 12)

‘Peki neden Aspuzu, bülbüllerin gül bahçesidir, diyor?’ “Bülbül, burada çılgın anlamındadır. Güle meyli olandır. Gülün rengine, kokusuna aşık… Oysa ne diyor Mevlana? Sen altının rengine aşıksın, altın benim rengime aşık...’

‘Cenneti anan yüce bir mekandır Aspuzu’ diyorsun. Havası mutedildir, suyu türlü zevklerin birleştiği bir saflıktır. Bilgelerin sefa meclisidir, Mesih’in can veren soluğundan daha etkilidir, ruh-ı revan gibi akar, gönülleri yıkar, bedenleri arıtır.’
Kameraman, ‘Aspuzu hangi dilden acaba?’ diye soruyor. Yönetmen, ‘Bilmem” diyor, gözleri kağıtta.
‘Ermenice olabilir mi?’
‘Bilmiyorum’
‘Ama Hızır’ın menzili olduğu kesin. Hazret böyle diyor. Dördüncü ayda yeşilin en can alıcısını giyinir. Dört yanda tatlı meyveler, dünyalar güzeli bir dilberin dudakları gibi; yeşil atlasla korunmuş bir güzel…’ (Sayfa-13-14)
****************
İn Kernek’ten aşağı, şekerpare, dalbastı, dut, kızılcık, kavak ağaçlarının arasında kaybol, derenin sesi rüzgârlara karışıyor, temmuz sıcağından eser yok burada, burası Battal Gazi’nin yurdu, Muhyiddin Arabi’nin otağı, gir onun çadırına, sultan otağı burası. (Sayfa 17)

Hala Malatya’dasın, Genç Osman Lehistan seferinde.
‘Malatya’nın kavakları, dökülüyor yaprakları…’ Nurettin Dadaloğlu o yanık sesiyle maya söylüyor… Ustalardan seçmeler… Ne radyosu bu?
Malatya’nın canları… (Sayfa59)

************************

Kitapta dikkatimi çeken birkaç güzel söz:
· Haklısın, dilimizin sınırları dünyamızın sınırlarını belirler.
· İnsan yaşlanınca, çocukluğunun kuytularına doğru sızıyor.
· ‘Allah’ın sırrı sensin, kalbine sefer et’
· Çünkü gözler kör olmaz, lakin göğüslerdeki kalpler kör olur.
· …burası bir mekân değil mekânet, burası zamansızlık, mekânsızlık yurdu, bir yurt değil bir hal, bir hal değil bir makam, bir makam değil bir devran, bir devran değil hiçlik…
· ‘Ya şu romantik mitolojinin saçmalığını bırak, ne ikizi, ne elması, ne yarısı, adam doğru söylemiş işte, en tatlı kadın dahi acıdır.’
· Çok mutsuz bir insanın başka bir insan için üzülmeye hakkı vardır.
· Düşünmede de bir sürme zamanı vardır, bir de hasat zamanı.

*************************

* Yazarın korkusuzca kalem oynattığı alan İslam tarihinde yüzyıllardır süregelen iki ana damarın çatıştığı, bazen kendi içlerinde bazen de özellikle muhalifiyle sürekli savaştığı bir alan… Taraflardan biri olan sufi(sofi) yani tekke geleneği, anlaşılması son derece güç, girift bir yapıya sahip… İslami olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte tasavvufi hayatın ve felsefenin sahip olduğu zengin terminoloji, ritüel ve terimlerin bir kısmını burada zikretmek istiyorum. Zaten yazar da bu mefhum(kavramların) arasında gidip gelmekte, eserin temelini ve çatısını bu sıfatlarla kurmaktadır:
“Züht, vecd, inziva, zahir, batın, mürid, keşf, tekke, kutub, ricalulgayb, istiğase, tevessül, rabıta, istimdat, keramet, fena-ı murakabe, tecelli-i nur, tecelli-i ilahiyye, fena billah, beka billah, müşahede-i cemal, fena fi’r Rasul, zülcenaheyn, fena fişşeyh, letaif-i ahfa, fena fillah, nefiy, isbat, murakabe, cezb-i ilahi, letaif-i kalb, müşahade-i Rasullullah, tecelli-i esma, tecelli-i ef’al, tecelli-i sıfat, makam-ı hilafet, sırr-ı hilafet, müşahede-i zat, istiğrak, fena ender fena, beka ender beka, müstağrafin-i fizzay, celaliyye, cemaliyye, müstağrafakin fi zatillah, makam-ı hayret, tecelli-i berk-i zat, cesed-i ruhani, müşahede-i Muhammedi, teicelli-i Hak, sıfat-ı Muhammedi, melekut kapısı, hakikat kapısı, ceberut alemi, Muhammed kapısı, alem-i lahut, mirac-ı ehlullah, ruh-u sultani, ruh-u hayvani, akl-ı maaş, akl-ı mead, keşf-i melekut, keşf-i ceberut, gına-ı ehlullah, gavsiyyet, kutbiyyet, kümelin, akl-ı kûl, mirac-ı aktab, baki bi zatillah, fena fi zatillah, müşahede bi zatillah, müstağrakin fi zatillah, müşahidin fi zatillah, tecelli-i berk, ifna-ı hayret, tecelli-i zamir, müşahede-i künhi hakikat, ehadiyyet, vahidiyet, inniyyet, ayniyyet, künhiyyet, akrabiyyet, basariyyet, ilmiyyet, failiyyet, mefuliyyet, melikiyyet, hayatiyet, mahbubiyyet, tevhid-i vücudi, tevhid-i şuhudi, vakit, makam, hal, sema, kabz, bast, heybet, üsn, tevacüd, vecd, cem’, fakr, sekr, cemulcem’, gaybet, huzur, sahv, mahv, isbat, setr, tecelli, taayyun, muhadera, mukafeşe, muşahede, levaih, tevali, levami’i, bevadih, hücum, telvin, temkin, kurb, bu’d, hakikat, tarikat, marifet, nefes, havatır, varid, şahid, muvafakat, hak ve hakikat, tefrid, firaset, nefis, sır, yad kerd, baz geşt, vakuf-i adedi, huş der dem, nigahdaşt, hevacis, vesavis, ilhamat, varidat, ma’kulat, suver-i kainat, vukuf-i kalbi, yad daşt, nazar ber kadem, halvet der encümen, sefer der vatan, vukuf-i zamani, enbiyayyie, hakikat-ı Muhammediyye, Ahmediyye dairesi, la tauyyun kayyumiyet…”

** ANKA: İran efsanesine göre, bu kuş o kadar yaşlıdır ki dünyanın yıkılışına üç kez tanık olmuştur. Tüm bu zaman boyunca, Simurg o kadar çok öğrenmiştir ki tüm zamanların bilgisine sahip olmuştur.
Sasani Persler Simurg'un yere bereket bahşedeceğine ve dünya ile göğün arasındaki birliği sağlayacağına inanırlardı. Yaşam ağacı, Gaokerena'da tünediğine ve her türlü şeytani şeyi tedavi eden, düzelten kutsal Haoma bitkisinin yöresinde yaşadığına inanılırdı. Daha sonraki İran geleneklerinde Simurg ilahiliğin bir sembolü haline gelmiştir..
Şahname'de Simurg
Firdevsi'nin epik eseri Şahname'de (Şahların Kitabı) Simurg en tanınmış halini almıştır. Şahname'de Simurg'un Prens Zal ile olan ilişkisi yer alır. Şahname'ye göre Kral Sam'ın oğlu Zal albino olarak doğmuştur. Kral sam albino oğlunu görünce, çocuğun şeytanların tohumu olduğunu düşünüp çocuğu bir dağa terk etmiştir. Çocuğun ağlayışlarını duyan yumuşak kalpli Simurg çocuğu alıp büyütür. Zal her türlü bilgiye sahip Simurg'dan hikmet almış birçok şey öğrenmiştir. Yine de büyüyüp bir yetişkin olduğu zaman insanların dünyasına girmek ister. Simurg çok üzülse de, ona bir tane altın tüy verip gitmesine izin vermiştir. Eğer Zal, Simurg'un yardımına ihtiyaç duyarsa bu tüyü yakacaktır.
Krallığına döndüğünde Zal güzel Rudaba'ya aşık olur ve onunla evlenir. Karısı bir oğula hamile kalır fakat doğum zamanı geldiğinde birçok sorun yaşarlar. Zal karısının doğum sırasında öleceğini fark eder ve tam Rudabah ölüme yakınken Zal Simurg'u çağırmaya karar verir. Ortaya çıkan Simurg Zal'ın bir tür sezaryan benzeri yöntem uygulamasını sağlar ve Rudabah ile çocuğun hayatını kurtarır. Bu çocuk daha sonra en ünlü ve büyük Pers kahramanlarından biri olacak Rüstem'dir.


*** Ludwig Josef Johann Wittgenstein, (ö.1951). Avusturya doğumlu filozof, matematikçi.
Mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunmuştur. 20. yüzyılın en önemli filozoflarından sayılır.
Ölümünden sonra, defterlerinden, makalelerinden ve ders notlarından seçilmiş birçok yazısı yayınlanmış olmasına rağmen, hayatı boyunca yayınladığı tek kitap, 1921'de Cambridge'de Bertrand Russell'ın gözetimi altında bir öğrenciyken yayınlanan Tractatus Logico-Philosophicus isimli eserdir. Kendisine doktorasını sağlayan Tractatus 'un yayınlanmasıyla felsefenin bütün problemlerini çözdüğüne inanmış, çalışmalarını bırakmış ve ilkokul öğretmenliği, bir manastırda bahçıvanlık ve kızkardeşinin Viyana'daki evinin mimarlığı gibi çeşitli işlerle ilgilenmiştir. Buna mukabil, 1929'da, Cambridge'e dönerek bir öğretim görevi üstlenmiş ve önceki çalışmalarını gözden geçirmiştir. Zirvesine, ölümünden sonra yayınlanan ikinci eseri Felsefî Soruşturmalar'da ulaşan yeni bir felsefî yöntem ve lisan anlayışı geliştirmiştir.
Erken dönem çalışmaları, büyük ölçüde Russell'ın mantık çalışmaları, Alman felsefeci Gottlob Frege ile olan kısa süreli bir öğrenim ve Arthur Schopenhauer'den etkilenmiştir. Tractatus yayınlandığında, Viyana Çevresi adını almış pozitivist grup üzerinde hayli etki yaratmıştır. Bununla beraber, Wittgenstein kendini bu okuldan saymamış ve mantıksal pozitivizm'in Tractatusla ilgili olarak ciddi yanlış anlamalar taşıdığını ifade etmiştir.
Her iki dönem eserleri de Analitik Felsefe, bilhassa Lisan Felsefesi (Dil felsefesi), Zihin Felsefesi ve Hareket Teorisi'nin gelişimi üzerinde önemli etkiler yaratmıştır.
Mantık dersleri, aldığı notlar ve yazdığı felsefi pek çok metnin yanında, Türkçe'de de Nisan yayınlarından bir çevirisi bulunan 'Zettel' isimli, kişisel gündelik notlarının toplandığı eser oldukça önem taşımaktadır. Bu eserde, Avusturyalı filozof, mantık profesörü Wittgenstein'dan öte, gerçek anlamıyla düşünen ve keşfeden bir insanı, handiyse meraklı bir çocuğu görürüz. Wittgenstein 'başkasının derinlikleriyle oynamamak' gerektiğini ve 'herkesin acısının kendine' olduğunu da burada aldığı notlarda aktarmıştır.

************************

Anka’yı bu siteden internet yoluyla tedarik edebilir ve yine bu linkten kitapla ilgili yazılmış diğer yazıları okuyabilirsiniz:
http://www.kidap.com.tr/anka-sadik-yalsizucanlar-k85792.html

*********************

Alişan Hayırlı

13.10.1960 tarihinde Malatya’nın Yeşilyurt İlçesine bağlı Gündüzbey kasabasında doğdu. İlkokulu ve Ortaokulu Gündüzbey’de tamamladı. 1979 yılında Fatih Lisesinden mezun oldu.
1983 yılının sonunda askerlik dönüşü yayın hayatına yeni başlayan Yenimalatya Gazetesi’nde muhabirliğine başladı. 1984 yılında aynı gazetenin Yazıişleri Müdürü oldu.
3 yıl bu gazetede çalıştıktan sonra Bölge Gazetesi Ekspres Gazetesi Malatya temsilciliğini yürüttü. Tercüman Gazetesi Malatya temsilciliğini yaptı.
Hamle ve Karar gazetelerinin kuruluşunda bulundu.
1990 yılının başından itibaren serbest gazeteciliğe son noktayı koydu. 5 Ocak 1990 yılında, Malatya Belediyesi Basın Bürosunu kurdu ve ilk Basın Danışmanı oldu.
1999 yılında Malatya Belediyesi Kültür Sanat Müdürlüğü’nün kuruluşunda bulundu ve ilk elemanı oldu. 1994 yılında aynı müdürlüğün Müdür vekilliği görevine getirildi.
Küçük yaştan beri okumaya ve yazmaya merak sardı. 17 yaşından beri çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Yarışmalarda dereceler aldı.
Sanal âlemde Web sitelerinde müstear isimlerle yazılar yazmaktadır.
Bir çok gazete ve haber sitelerinde 2009 yılında yaptığı gezilerin notları yayınlandı.
Malatya Belediyesi bünyesinde 20 yıldır, yaklaşık 900 adet konferans, panel, yarışma, sergi, tiyatro vs. kültürel ve sanatsal etkinliklere imza attı.
Evli ve 3 çocuk sahibi olan Hayırlı, halen Malatya Belediyesi Kültür Sanat Müdür Vekilliği görevini sürdürmektedir.


**************************

23 Ağustos 2009 Pazar

Kaz dağlarından geliyorum

Alişan HAYIRLI
Fotoğraflar linki: http://picasaweb.google.com.tr/alisanselimhayirli/KazDaglar#
De ki: "Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların sonu nasıl olmuş, görün!". 6:11
Yeryüzünde, insanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yarattık, rahat gidebilsinler diye dağların aralarında geniş yollar var ettik. 21:31
Görmedin mi Allah'ın gökten indirdiği su ile yeryüzü (nasıl) yem-yeşil oluyor? Gerçekten Allah çok lütufkârdır, her şeyden haberdardır. 22:63
De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahret hayatını da yaratacaktır." Gerçekten Allah her şeye kadirdir. 29:20
Kur’an-ı Kerim

Beyaz adam, anası dünyaya ve kardeşi gökyüzüne sanki satın alınabilen veya yağma edilebilen bir mal gibi, koyunlara ve parlak boncuklara davrandığı gibi davranır. Onun bu iştahı ve hırsı bir gün dünyayı yiyip bitirecek ve geriye sadece çorak bir çöl bırakacaktır.
Kızılderili Reis Seattle

********************

Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, şöyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.

Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!
Necip Fazıl

****************

Örtse gözlerimi sonsuz bir diyar
Mezarım kalsa dağlara yadigâr,
Gönlümü çiğneyip geçen nazlı yar,
Belki mezarımdan ağlar da geçer.
Ömer Bedrettin Uşaklı

*****************
Sarıkız, Çanakkale iline bağlı Ayvacığın bir köyünde ailesi ile yaşarken, küçük yaşta annesi vefat eder. Babası Sarıkız’a, “Biliyorsun anneni çok severdim, burada çok hatırası var, anneni unutmam zor oluyor. Buradan göçelim" der ve Kaz dağlarının eteğindeki Güre köyünün yakınlarındaki Kavurmacılar köyüne gelerek yerleşirler. Burada çobanlık yaparak geçimlerini temin ederler. Köyde çok sevilirler. Köyün yaşlıları, gençleri sarıkızın babasına akıl danışırlar. Köylüler onun ermiş olduğunu düşünürler. Aradan yıllar geçer Sarıkız büyür güzel bir kız olur. Babası da yaşlanır. Aklında hep hacca gitme fikri vardır. Hacca gidebilmek için namazında niyazında sürekli Allah? a yalvarır. Sarıkız babasının bu isteğini yerine getirmesi için onu teşvik eder. Babasına artık büyüdüğünü kendisine bakabileceğini, daha fazla yaşlanmadan hacca gitmesi gerektiğini söyler. Babası kızını komşusuna emanet eder, hacca gider. O zamanlar hacca gitmek şimdiki gibi değil, belki altı ay, belki de daha fazla, yaya gidiliyor.
Babası hacca gittikten sonra, köyün delikanlıları, Sarıkıza talip olurlar. Sarıkız hiçbirine yüz vermez. Onlarda dedikodu yayarak Sarıkıza iftira ederler.
Baba hacdan dönünce kimse yüzüne bakmaz, selamını almazlar. Sarıkızı teslim ettiği komşusuna bunun sebebini sorduğunda, Sarıkızın kötü yola düştüğünü söyler. Baba günlerce düşünür. Adet olan hac hayrını da yapamaz. Köyde yaşayabilmesi için namusunu temizlemesi gerekmektedir. Fakat çok sevdiği kızını öldürmeye kıyamaz. Yanına aldığı birkaç kazla, kızını, Kaz dağının zirvesine götürüp oraya bırakır. Orada yabani hayvanlara yem olacağını düşünür.
Aradan yıllar geçer. Bayramiç tarafından gelen yolcuların dağda yollarını kaybettiklerinde, darda kaldıklarında kendilerine sarı bir kızın yol gösterdiğini, yardım ettiğini söylerler. Kazlarının olduğunu, hatta bunların bir gün Bayramiç ovasına inerek çiftçilerin mahsulüne zarar verdiğini, köylülerin bu durumu sarıkıza söylemeleri üzerine, Sarıkızın eteğine doldurduğu taşları saçarak, bir avlu oluşturduğunu, kazlarında artık aşağılara inmediğini söylerler. Kaz avlusu diye anılan bu alanın duvar kalıntıları günümüzde bile gözükmektedir.
Bu hikâyeleri dinleyen baba, bunun Sarıkız olabileceğini düşünür. Dağın yolunu tutar, zirveye vardığında, duvarlarla çevrili kazların bulunduğu bir alanla karşılaşır. Kızını bugün sarıkız tepe diye anılan yerde bulur. Sarıkız, babasını gördüğüne sevinir. Ona saygı gösterir, hürmet eder. Babası namaz kılmak için abdest almak ister. Sarıkız, abdest alması için babasının eline su döker. Babası suyun tuzlu olduğunu söyler. Sarıkız aceleden yanlışlıkla denizden aldığını söyler ve testisini vadilere doğru uzatır. Yeni doldurduğu suyu babasının eline döker. Babası buz gibi tatlı suyu tadınca kızının erdiğini anlar. O sırada siyah kara bir bulut gökyüzünü kaplar, Sarıkız kaybolur. Babası kızının erdiğine, sırrının açığa çıkması nedeniylede kaybolduğuna kanaat getirir. Kızına iftira edildiğini anlar ve köylülere beddua eder. Bugün Kavurmacılar köyünde yaşayan kimse kalmamış, muhtar, köy mührünü, yaşayan kimse kalmadığı için Kaymakamlığa teslim etmiş ve köyün adı kütükten silinmiştir. Sarıkızın babası üzüntü ile tepelerde dolaşırken bugün Baba tepe denilen yerde ölür. Yöre halkı Sarıkıza ve babasına dağın yassı taşlarını üst üste koyarak mezar yaparlar. Sarıkızın mezarının olduğu tepeye Sarıkız tepe, Babasının bulunduğu tepeye Baba tepe derler. Yöre halkı her yıl ağustos ayında Sarıkızı ve babasını anmak için buralara çıkarlar.
Kaz dağı ve Sarıkız efsanesi- Anonim


· Kaderin çizdiği yolda…
İnsan kaderinin peşinde gider, derler…
İstanbul-Çanakkale otobüsüne bindiğimde, derin bir nefes aldım. Yaklaşık 26 yıl süren bir “iç savaşın” arabulucu-hakemlik görevini başarıyla yerine getirmiş, kangren olmuş bir acıyı mutluluk şerbetiyle sona erdirmiştik.
Mutluydum. Göğsüm genişlemiş, içim açılmıştı. Artık gözüm arkada kalmayacaktı. “Bayramiç, Kaz dağları kültür ve doğa gezisine” huzur içinde katılabilirdim.
Büyük sürprizler, tatlı anılar, rüzgâr gibi geçecek bir 6 gün beni bekliyordu. Mukadderat, noktasına ve virgülüne kadar işliyor, alın yazısı çileli bir yolun daha başında olduğumu söylüyordu.
Kaz dağını ve efsane Sarıkız’ı öyle sevmiştim ki…
Yazamayacak kadar… Söyleyemeyecek kadar… Gizleyecek kadar sevmiştim.
Bu gezinin benim için ayrı bir önemi vardı. Yolumuzun üzerindeki bir ilçe benim için hayli özel bir mekândı…
· Ezine…
Gündüzbey dağlarında ve derelerinde aradığım çocukluk anıları henüz hafızamda tazeliğini korurken şimdi gençliğimin önemli bir bölümünün geçtiği Ezine’ye doğru gidiyordum.
22-23 yaş… 1,5 yıl…
Aradan yıllar, yıllar, yıllar geçmiş… Heyecan son noktada… Kalbimin atışı daha otobüste hızlanmaya başladı. İlçeye yaklaştıkça, hele hele yol kenarındaki tel örgüleri gördükçe inanılmaz ölçüde heyecanlanıyordum.
Yüreğim hop hop atıyor.
Kalp atışlarım, otobüsün motor sesini bastırıyordu!
Yanımda oturan şahıs kalp atışlarımdan rahatsız olur diye korkuyordum.
Dile kolay, tam 27 yıl geçmiş… Kalbim saniyede 27 kez çarpıyordu.
Otobüs, beni ilçe merkezinde ana yolun kenarına bıraktığında, dizlerimin bağı çözüldü… Oracıkta yığılıp ölebilirdim.
İki tarafı çam ağaçlarıyla kaplı yolu bir tünel gibi örten dallar arasından askeri birliğin kapısına doğru aheste ilerlerken, sanki 27 yıl öncesine zaman tüneline girmiş gibiydim.
Nizamiyeye şöyle bir göz attım. Burada beni ziyarete gelmişlerdi. Topu topu beni 2 kişi ziyaret etmişti. Çanakkale’de görev yapan veteriner eniştem ve astsubay teyzem oğlu… Şimdi o günü dün gibi hatırlıyorum.
Nöbetçi astsubaya selam verip içeri girdim. Oturdum. Sanki bir kemik yığını koltuğa yığıldı. Gözlerim doldu, içime 27 yıllık bir acı oturdu.
Ağaçları, gökyüzünü adeta gözlerimle oyuyor, havasını bir patoz gibi çekiyordum. Ruhen ve manen değil, sanki biyolojik olarak 27 yıl öncesine dönüşmüştüm.
Eğitim sırasındaki sesler kulaklarımda yankılanıyor, dağlarda sırtımda taşıdığım havan topunun kokusu burnuma doluyordu.
Kısacası, tarifi zor duyguların pençesinde kıvranıp duruyordum.
Daha fazla kalırsam içimdeki acı katmerleşerek artacaktı. Ne kadar kaldım, tam olarak bilemiyorum. İzin istedim.
Çıktım…
O koruluk yolda askeri birliği geride bırakarak yürüyorum ama yol mu bende ben mi yolda yürüyorum anlayamadım. Ağaçlar sanki tersten hareket ediyor gibiydi…
27 ton yükle gidiyorum sanki. Sesli sesli konuşuyor, bazen de ağlamaklı oluyordum.
Yolun sonunda olan oldu.
Bıraktım kendimi…
İçimde sımsıkı tuttuğum duygu yüklü yağmurlar aniden boşalıverdi.
Ezine’yi adeta sel basmıştı. (Bana öyle geliyordu)
Ezine sokakları selden geçilmiyordu. (Bana öyle geliyordu)
Kara bulutlar gökyüzünü kaplamış, gök gürlemiş, şimşekler çakmış, en sonunda da yağmur yağmıştı.
Başıma gelen şey, sıradan bir meteorolojik hadiseydi.
· Alın yazısı: Bayramiç yolu
Bütün benliğimi hüzün sarmış bir şekilde hızla uzaklaşıyordum ilçeden… Beni Bayramiç’e götürecek otobüsün bir an evvel durağa gelmesini bekliyordum.
Bu karabulutları dağıtacak tek yer tek çare Bayramiç’ti…
Oh nihayet, Bayramiç yolundayım… Kurtuluyorum Ezine’den… Geçmişin acı veren karanlık yüzünden, bana gelecek vadeden umut dolu bir ilçeye Bayramiç’e doğru yol alıyoruz.
Dümdüz, yemyeşil tarlalarla kaplı Bayramiç yolunda ilerliyoruz.
Ezine-Bayramiç arası 27 kilometre… Benim Ezine’den sonra kaybettiğim yıl 27…
Yolun güzelliği bile, aslında huzur veren bir ilçeye doğru yol aldığımızı gösteriyordu.
Otobüsle değil, sanki uçarak bir kuş gibi kondum Bayramiç toprağına…
Hüzün nispeten yerini huzura bırakmış, mutluluk hormonları yeniden hareket etmeye başlamıştı.
İlçeye girdiğimizde karabulutlar yerini masmavi bir gökyüzüne bıraktı. Zaten ben bu küçük ve şirin ilçeyi görmeden sevmiştim.
Sevmem gerektiğini biliyordum.
Sevmem lazımdı.
Sevmeliydim.
Sevecektim.
Sevdim de… Kendi vatanım gibi, kendi köyüm gibi, kendi canım gibi sevdim.
· İlk gün, ilk akşam: Altın kayısı ve Malatya rüzgârı
Doğru öğretmenevinin bahçesine gittim. Benden önce gelen birkaç kişi vardı.
Bayramiç beni karşılamak için adeta seferber olmuştu!
Her gören “Şu meşhur Alişan Hayırlı siz misiniz?” diye soruyordu. Fransız yazar Victor Hugo görünümlü, sempatik tavırlı hocamız Şahabettin Kalfa bizi karşılayanlar arasındaydı. Bayramiç Kaymakamı, Bayramiç Belediye Başkan Yardımcısı, Öğretmenevi Müdürü, organizasyon hocası Cumali Yaşar, Boskilli(Baskil) Mustafa ve daha niceleri beni karşılayanlar arasındaydı.
Alişan Hayırlı’dan çok bu kayısının gücüydü. Çünkü ben gelmeden önce kayısılar gelmiş herkese dağıtılmıştı.
“Yarabbi o ne muhteşem tattı.”
“O meyve miydi yoksa cennetten gelen bir iksir mi?”
“Yoksa Ab-ı Hayat mı?”
Birinci grup üyelerine dağıtılmış, şimdi de ikinci gurup üyelerine yani bizim gruba dağıtılacaktı.
Aslında herkes “Alişan Hayırlı” dan çok, “Kayısı gönderen Alişan Hayırlı’yı” merak ediyordu.
Kendisi ne olacaktı ki, işte sıradan bir vatandaştı.
Öyleydi de…
Bütün gözler bana bakıyordu!
Nihayet beklenen misafir gelmişti!
Mütevazı bir şekilde öğretmenevinin beyaz plastik sandalyesine oturdum.
Grubun pek muhterem mensuplarının beni gıpta ile karışık kıskandıklarını tahmin edebiliyordum.
· Kaz dağları bir felsefedir
Kaz dağı doğa ve kültür gezisinin ilk günü tanışma, bilgilendirme toplantısı, yerleşme, akşam yemeği ve ilk ders sunumları ile geçti.
Ahmet Zeki Orta’nın Ahenk Uygulamasıyla başlayan ders zinciri, Gönüllü Doğa Koruyucusu Şahabettin Kalfa’nın verdiği “Yeşil dünya Kaz dağları” konulu sunumuyla devam etti ve Yrd. Doç. Dr. Zeynep Sencan Altınoluk’un verdiği “Kaz dağlarında Mitoloji” konulu dersiyle sona erdi.
Kaz dağlarının bir dağ kütlesinden ibaret olmadığının sinyallerini aslında ilk günkü derslerden sonra almıştım. Sonraki günlerde anladık ki;
Kaz dağı bir efsaneydi…
Kaz dağı bir tarihti…
Kaz dağı bir oksijen deposuydu…
Kaz dağı bir hayvanlar âlemiydi…
Kaz dağı bir orman şehriydi…
Kaz dağı bir felsefeydi…
Kaz dağı bir hayattı…
Kaz dağı bir sevgi ve aşk kaynağıydı…
Kaz dağı bir sevgiliydi…
Tertemiz havası, gürül gürül akan dereleri, buz gibi suları, anıt ağaçları, envai türlü bitkileri, dillerden dile dolaşan efsaneleri, endemik çiçekleri, gökyüzü ile birleşen tepeleri, cıvıl cıvıl öten kuşları, kulağınıza masal fısıldayan rüzgârları, ruhunuzu okşayan esintileri, sizi rüyalar âlemine taşıyan sisleri ile sanki tarih öncesi bir zamanı günümüz âlemine bağlayan bir köprü, bir hayat bağı…
Bu dağ bir kültür dağı… İçine aldı mı sizi, ta götürür antik çağlara, rüyalar âlemine, zaman ötesine…
Tutup sarmalar sizi… Bırakmaz, bir daha şehrin kirli ve onursuz hayatına dönmeye…
Çiçeklerinin kokusu mis gibi havayla birleştiğinde ortaya gençlik iksirinin formülü çıkıyordu.
Kaz dağlarının silueti karşıdan bakıldığı zaman altın gibi parlıyordu. Güneş yemyeşil dağları, köknar, çam, meşe vs ağaçları parıl parıl parlatıyor, bütün bir mekân yeşilin en güzel tonlarıyla adeta size bir nazlı gelin gibi gülümsüyordu.
Bir an önce yarın olmasını ve ilk doğa gezisine çıkmayı dört gözle bekliyordum.
· Mehmet Akif Ersoy sürprizi
Ancak onun öncesinde programın ikinci, gezimizin birinci parkurunda şehir turu attık. Beni ilk bekleyen sürpriz Mehmet Akif Ersoy oldu. Çünkü Akif, Bayramiç nüfusuna kayıtlı idi. İstanbul’da doğmuş, ancak orada kaydedilmediği için Babası Bayramiç’e geldiğinde burada nüfusa kaydedilmişti. Akif’in babasının imamlık yaptığı Karşıyaka Camii ile Akif’in çocukluğunun geçtiği evi gördük.
Akif’in oyun oynadığı üzerinden atladığı taş köprüde fotoğraf çektirdik. Akif’in manevi huzurunda duygulu anlar yaşadım ve kendisine dua ettim. Allah rahmet eylesin…
Bu konudaki bilgilere aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
http://www.bayramic.bel.tr/htm/mehmetakifersoybayramic.asp
· Fatih’in hocası Akşemsettin ve Bayrami Tarikatı
İlçe merkezini tanımak için grup olarak yollara düştük.
Taş köprü (Karşıyaka köprüsü) Cami-i Cedid (Karşıyaka Camii), Hacı Bali Camii (Tepe Camii) Hadımoğlu Konağı ve türbeler, çeşmeler, köprüler, hamamlar, mezar taşları…. İlk günkü Bayramiç turunda ziyaret ettiğimiz tarihi ve kültürel mekânlardı. Akif’in babasının imamlık yaptığı Camii Cedid bahçesinde 600 yılık sedir ağacı dikkatimizi çekti.
İlçede beni en fazla etkileyen tarihi eser Hadımdoğlu Konağı oldu. Türkiye’de eşi az bulunan tam bir şaheser… Ceddimizin mimari zevkini ve estetik anlayışını ortaya koyan örnek bir eser. Bu eseri, herkesin mutlaka görmesi lazımdır. Konakla ilgili bilgilere http://www.canakkalekulturturizm.gov.tr/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFF1D2BBDFC4052639BB3F1BDC60F597ECC linkinden ulaşabilirsiniz…
Ayrıca ilçe merkezini gezerken önemli bir bilgiye daha ulaştık. Bu yörede Bayrami tarikatının yaygın olduğu belirtildi. Hatta Fatih’in hocası Akşemsettin’in bu tarikata bağlı olduğu söylendi. İlçe’nin adının da bu tarikattan dolayı geldiği ifade edildi.
Öğleden önceki turumuz, Pazar yerini ziyaret ile sona erdi. Bölgede yetişen envai türlü meyvelerin sergilendiği Pazar tam bir şenliği andırıyordu.
· Evciler köyü ve Ayazma
Öğleden sonra ilk durak yerimiz Bayramiç barajı oldu… Kısa bir baraj turundan sonra bu yörenin en meşhur, en zengin köyü olan Evciler köyüne geldik. Kaz dağının sefasını süren bir köydü. Kaz dağının havası, rüzgârı, güneşi ve tabii ki suyu Evcileri ihya etmişti. Malatya’da kaysı ne ise burada da Elma o idi. Elma yetiştiriciliğinde yıllık 150 bin tonla bölge lideriydi. Yöredeki bir güngörmüş kişi, Evciler köyünü anlatırken “Medeniyet girmeden para giren köy” ifadesini kullandı.
Köy çıkışında, Ayazma’ya varmadan dere kenarındaki bir tesiste alabalık yedik.
Ve artık Ayazma’ya zaman gelmişti. 2-3 kilometrelik mesafeyi yürüyerek geçtik. Temiz hava, bol oksijen, tatlı bir yürüyüş ritmi grup üyelerini oldukça memnun etmişti.
Ayazma, ayaz yani soğuk, serin anlamına geliyor. Bölgenin en ünlü ve en güzel mesire yeri… Ayazma’yı anlatabilecek bir babayiğit varsa gelsin, buyursun! Benim gücüm yetmez kardeşim! Benden bu kadar! En iyisi siz gidin, görün ve çarpılın!
· Sarıkız
Kaz dağları deyince ilk akla gelen yer Sarıkız tepesidir. Sıra, gezimizin en önemli parkuruna gelmişti. Rehberimiz Balıkesir Üniversitesi Coğrafya bölümünden Doç. Dr. Abdullah Soykan’dı… Soykan hocamızın rehberliğinde bölgeyi gezmek bizim için büyük bir ayrıcalık ve zevkti.
Aracımıza bindik ve sabahın erken saatinden itibaren Akçay yoluna düştük. İlk uğrak yerimiz Ayvacık ilçesi, Küçükkuyu Beldesi’ndeki Adatepe Zeytinyağı müzesi oldu. Zeytin’in ve zeytinyağının hikâyesini tarihi eserler ve belgeler eşliğinde öğrendik.
Sarıkız tepesine varmadan önceki son durağımız Zeytinli beldesi oldu. Lokma tatlısı yedik, çay içtik ve dinlendik. Haydi, ver elini Sarıkız, Kaz dağları…
Milli park sınırından içeri girdik ve yaklaşık 1 saatlik tırmanıştan sonra en zirveye ulaştık. Tam karşımızda Sarıkız tepesi… Bütün güzelliği ve heybetiyle bizi bekliyordu. Efsane Sarıkız bize bakıp gülümsüyordu.
Zirveye ulaşma duygusu insanoğlunda tarifi zor hisler yaratır. Kuş gibi olur, hafifler, ayağınız yerden kesilir, sanki mutlu sona ulaşırsınız. Yeniden doğmuş gibi günahsız ve temiz. Yer ile gök arasında artık sadece siz varsınız…
Gördüğünüz iki renk var her tarafta yeşil ve mavi… Denizin mavisi, gökyüzünün mavisi ve ormanın yeşili… İnsan tabiatına ve fıtratına uygun doğal renkler… Bütün duyu organlarımız en doğal şekliyle çalışıyor. Burnunuz temiz hava alıyor, gözünüz yeşili ve maviyi süzüyor, teniniz rüzgârla okşanıyor, ayağınız toprağa temas ediyor, diliniz Sarıkızı söylüyor, kalbiniz kutsal yaratıcıyı zikrediyor.
Edremit Körfezi tamamen görüş açınıza giriyor. Gözlerinizin pikseli burada 360.0… Küçükkuyu, Altınoluk, Akçay, Ören, Havran, Edremit, Burhaniye ve daha öteleri ayağınızın altında… Kuzey tarafında Bayramiç ve Çan…
Sarıkız tepesinde aynı anda namaz kılanlarla türbeye bez bağlayanları görmek mümkün… Herkes kendi inancına göre hareket ediyor.
Bir gün sonra bu dağlarda ve Sarıkız tepesinde Türkmenlerin ve Yörüklerin şenlikleri başlayacak. Hafta boyunca kurbanlar kesilecek, hayırlar yapılacak, yemekler yenecek, ibadetler icra edilecek. Ne yazık ki ekip olarak bunları görme şansımız yoktur. Geziden sonra özel bir programla bölgeye gelmek için yaptığımız programlar da gerçekleşmedi. İnşallah başka bir bahara…
· Ve Hasanboğuldu
Sarıkız tepesinden ayrıldıktan sonra Akçay-Altınoluk arasında kalan bir bölgeye geldik. Sutüven Şelalesi ve Hasanboğuldu gölü…
Hasanboğuldu efsanesini bu linkten okuyabilirsiniz. http://www.kazdaglari.com/kultur/hasan/hasan.html
Bu efsanelerin doğruluğu bir yana, ama zaten bu yerlerin kendisi bir efsane… Sutüven şelalesi ve Hasanboğuldu gölü bölgenin Ayazma’dan sonra en güzel mesire yerleri… Türkiye’de eşine az rastlanan belki de endemik mesire yerleridir. Yüce Allah sanki burayı özenerek yaratmış… Cennet ile kıyaslamak geliyor insanın içinden…
Sutüven’nin ve Hasanboğuldu’nun bir saatini başka yerin bin yılına değişmem.
Allah’ım ne kadar da dardayım. Görüyorum, yaşıyorum ama anlatamıyorum.
Ey Yüce Allah’ım dilimin bağını çöz!
Çöz ki, dostlarıma Hasanboğuldu’yu, Sutüven’i anlatabileyim.
Suyunun berraklığını, havanın temizliğini, ağaçların yeşilliğini, şelalenin sanki göle değil kalbime doğru akan sularını, derenin bir uyum içinde nasıl da dans edercesine akıp gittiğini anlatabileyim.
Kuşların ve Ağustos böceklerinin bu kompozisyonu nasıl da tamamladıklarını anlatabileyim.
Rabbi Âlemin bana güç ver!
Ver ki Hasanboğuldu’nun ve Sutüven’in toprağını, taşını, kayasını, rüzgârını, ağaçların arasından sızıp gelen güneş ışınlarını insanlara anlatabileyim.
Ey Hasanboğuldu, sen boğuldun mu boğulmadın mı, bilmiyorum…
Ama ben boğuldum!
Ey Emine! Sen kendini astın mı asmadın mı, bilmiyorum.
Ama ben astım!
· Tahtakuşlar müzesi: Ah Gündüzbey, ah Gündüzbey kapıları!
Gündüzbey’in bahçe kapıları ve kilitleri… Ta 1200 kilometre ötede, Güre’de, Tahtakuşlar köyünde, bir müzede sana rastlayacağım bin yıl geçse aklıma gelmezdi.
Hasanboğuldu ve Sutüven şelalesinden ayrıldıktan sonra günün son gezilecek yeri olan Tahtakuşlar Etnografya Galerisine doğru hareket ediyoruz. Beni orada çok ama çok büyük bir sürpriz bekliyordu. Hasanboğuldu’nun ve Sutüven’in insanı çarpan güzelliği karşısında kemiklerim erimiş, ruhum hüzünlenmişti. Dünyaya henüz uyum sağlayamaya çalışırken, zavallı kalbimin yeni bir sürprize tahammülü kalmamıştı.
Benim geçen Şubat ayında doğup-büyüdüğüm dünyanın en güzel köylerinden biri olan Gündüzbey’de bahçe aralarında yaptığım gezi sırasında, bahçe kapılarının önünde diz çöküp dakikalarda ağlaşmamı ve dertleşmemi hatırlarsınız… http://www.gunduzbey.bel.tr/gunduzbeyhaber.asp?newID=117 (Kapı ve kilitleri ile ilgili bölümleri ve Yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz)
Müze içinde köyüme ait 100 yıllık kapı kilidi (Pağa) ile karşılaştığımda sanki hayatımın en değerli varlığı ile buluşmuş gibi oldum. Onun benim için bir tahta parçası, bir kapı kilidinden öte bir anlamı vardı.
Camla kaplı çerçeveyi çıkarıp almak, kucaklamak ve öpmek istedim. O bana aitti. Benim ciğerimden bir parça… O kupkuru bir ağaç parçası değil, o kalbimin anahtarıydı. Zamana nasıl da direnmiş, vahşi teknolojiye nasıl da meydan okuyordu. Mağrur ve gururlu bir bakışı vardı. Beni görünce sanki tanıdığını anladım. Kader onu buralara kadar sürüklemiş, adına müze dedikleri bir mekânda herkesin teşhirine açmışlardı. “Beni kurtar” diye bağırıyordu, kapı kilidim… Canım benim.
Ancak ne yazık ki, camekânını bile açmama müsaade etmediler. Esir olduğu mekânda, camekânın dışından bir görüntüsünü almakla yetindim.
Şimdi, geçen kış yazdığım Gündüzbey Belediyesi sitesindeki o yazıdan bir bölümü sizlerle paylaşıyorum:
“Şu Gündüzbey bahçelerinin bir kapısı bile ömre bedel. Şair olsam bir şiir yazar, müzisyen olsam bir şarkı besteler, heykeltıraş olsam heykelini yapar, muharrir olsam romanını yazardım bu kapıların…
Zamana direnen, teknolojiye meydan okuyan, betona ve demir kapılara doğru “Ben ölmedim buradayım, yaşıyorum” diye bağıran ölümsüz kapılar… Capcanlı, dip diri kapılar.
Sadece kuş seslerinin arada bir çınladığı, tabiatın içinize işleyen derin sessizliğinde, huşu içinde kapıyı dinlemeye başladım.
Oturup dertleştik.
Beni bu dünyada en iyi anlayan kapı oldu. Ben onları özlemişim, onlar beni.
Dertler başka.
Çalıların yerini demir-dikenli teller, tahta kapıların yerini boyalı-demir kapılar, kulübelerin yerini iğrenç beton binalar, patika yolların yerini asfalttan çirkeflikler almış.
Kapının derdi bu. Beni sökecekler, yerime demir parçası koyacaklar. Hem de Gündüzbey’de, doğanın kalbinde… Küçüklüğümün efsunlu mekânlarında…
Derdi elemi büyük. Benim de derdim büyük. Beraber oturup ağlaştık.”

· Çırpılar diye bir köy, Ahmet Günüz diye bir hoca…
Gezimizin 4. Günü Bayramiç’in Çırpılar köyünü ziyaret ile başladı. Otobüs yetmeyince, ek bir araç tahsis edildi. Benle beraber ekipten 3 kişi Orman Şefliğinin aracı ile geziye katıldık. Şoförümüz İbrahim Bey, geziye başladığımız ilk yer olan Çırpılar köyündendi. Evciler köyü kadar olmasa da güzel, zengin ve verimli bahçeleri olan bir köydü. Çırpılar’da mola verip çay içtikten sonra, İbrahim Bey’in çocuğu Gizem’i de araca alıp yola koyulduk.
Bugünkü parkurumuzun yürüyüş yolu, orman, çiçekler ve doğa yönünden güzelliği tabii ki tartışılmazdı. Ama tartışılmayan bir şey daha vardı: O da rehberimiz Prof. Dr. Ahmet Günüz… Hayatımda böyle bir hoca görmedim… Dersi anlatırken, doğada bir böceği, bir bitkiyi tarif ederken adeta kendinden geçiyor. Alnıma silah dayasanız dinlemeye tahammül edemeyeceğim biyoloji derslerini öyle bir anlatıyor ki, adeta kendimizden geçiyoruz. Yarabbi! dedim kendi kendime, ben bu biyoloji dersini de ne kadar seviyormuşum. Ne kadar tatlı, güzel ve sevimli bir konuymuş…
Hoca anlatırken adeta coşuyor, fıkraları, esprileri ardı ardına patlatıyor. Herkesle şakalaşıyor, arkadaş oluyor, hopluyor, zıplıyor, hayatı bir film gibi yaşıyor.
Alanındaki bilgisi ve uzmanlığı tartışılmazdı, ama anlatım tekniğindeki başarısı da tartışılmazdı.
Türkiye’deki bütün hocalar keşke böyle olsaydı.
Tam bir neşe kaynağı…
Keyfimize diyecek yok.
Bir yandan temiz hava, doğa, çiçekler, orman ve Sarıkız… Bir yandan hocamızın bizi kahkahalara boğan oyunları, esprileri, şakaları…
Eee daha ne olsun!
**************
Hem yürüyor, hem bir bitkinin ya da ağacın etrafında toplanıp ders görüyor, hem bir orman evinde oturup dinleniyor, hem öğlenleri karpuz ekmek yiyor, hem de her bir köşeden manzara seyrediyoruz.
En sonunda Sazak Orman Gözetleme kulesine vardık. Bu parkurun en üst noktası idi. Güney-Batı tarafında Gönen sınırlarını görebiliyorduk.
Her tarafımız yemyeşil orman… Gökyüzü masmavi… Rüzgâr bedenimizi sarsacak kadar etkili esiyor. Artık hür ve mutlusunuz. Zirvede olmak böyle bir şey.
Oksijen damarlarınıza yavaş yavaş sızıyor ve sizi oracıkta “zehirliyor!”
Burada zehirlenmeden kaçış yoktu, ya fazla oksijenden ya da Çan termik santralinden zehirlenecektiniz!
*****************
Uzunoluk Orman evinde mola verdik. Molamızın doğal yemeği; peynir, ekmek, karpuz…
Oradan Beypınarı orman evine ulaştık. Burada bizi nefes ve ses çalışmaları bekliyordu. U-e-i-ü-a seslerini çıkarmayı öğrendik! Nefesimizi içimize çekip “uuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuu” ladık… Bir ara ben kısa devre yaptım… Uuuu sesi duracak gibi değildi… Yanımda oturan Ahmet hocanın tokadı ile kendime geldim. Galiba bu dersi de fazla ciddiye almıştım!
*************
İnişte şoförümüz İbrahim Bey bizi kendi köyüne, baba evine götürdü. Çay demlenmiş, hazırdı. Evin babası, annesi ve torunu hizmet için seferber oldular. Taze peynir, domates salçası ve tabii ki köy ekmeği… Evde ne varsa önümüze konuldu. Tatlı ve sevimli yaşlılar köy evinde huzur içinde yaşıyorlardı.
Sanki 40 yıllık dost-ahbap gibi hemen kaynaştık. Sohbet koyulaştı. O kadar çok sevdik ki biz bu aileyi, seneye görüşelim dedik, ayrıldık. Teşekkürler İbrahim abi, teşekkürler yaşlı dedemiz, güzel teyzemiz, akıllı yeğenimiz… Teşekkürler Çırpılar köyü…
· Kurşunbatmaz, Dalaksuyu, Tavşanoynağı…
Yörede gezilecek, görülecek yerler o kadar çok ki… Değil 6 gün 6 hafta gezseniz bitiremezsiniz. Doyamazsınız buraların güzelliğine…
Sonraki günkü parkurumuz, bir önceki parkurun bir benzeri, adeta kopyası idi… Yerler ayrı, isimler farklı, ama güzellikler aynıydı.
Karaköy, Karagöl, Kurşunbatmaz, Yedikardeşler ve Tavşanoynağı parkurumuzun rehber hocası Dr. Öner’di. Ahmet Günüz hocanın aksine, son derece ciddiydi. Bilgilerini otomatiğe bağlamış, bizleri bir öğrenci, doğayı da Hacettepe üniversitesi kampusu zannediyordu.
Gruptan bana takılanlar oldu: “Alişan dikkatli dinle, imtihan edeceğim seni! Yoksa sınıfta kalırsın!”
Grup o kadar akıllı çevrecilerden oluşuyordu ki, tabii bunlardan ikisi benim hemşerimdi. Hemen olayı tatlıya bağlayıp, her soğuk ortamdan sıcak bir ortama geçiş yapabiliyorlardı. Kimsenin ders dinlemeye niyeti yoktu. Hocamızın öğrenci sayısı azaldı… Nitekim sonradan hocayı ortalıkta gören de olmadı! Ormanda kaybolduğunu söyleyenler bile oldu!
· Anadolu'nun En Büyük Antik Sütun Merkezi-Ezine Koçali
Assos’a giderken yolumuz üzerinde uğrayacağımız önemli bir bölge daha vardı. Ezine Koçali bölgesindeki dev antik sütunlar.
11 metre 30 santimetre boyunda, 1 metre 40 santimetre çapında ve yaklaşık 60 ton ağırlığındaki 9 sütunun, büyük bir kaya bloğundan birden fazla sütunun hazırlanmasını görme açısından önem taşıyor.
Bu sütunlardan Alexandreia Troas Limanı'nda da bulunmaktadır. Bu da bize ocakta işlenen sütunların büyük ihtimalle ahşap kalaslar üzerinden kaydırılarak limana getirildiğini gösteriyor.
Geçmişi yaklaşık 2 bin yıl öncesine dayanan sütunlar, bölgedeki taş ocağından çıkarıldıktan sonra İtalya, Mısır ile Suriye'ye ihraç edilmiş ve buradaki yapılarda kullanılmış…
· Assos: Antik liman şehri
Kaz dağları gezisinin finalini Assos Antik Liman Kenti ile yaptık…Assos (Behramkale) ile ilgili geniş bilgiye bu http://www.assosrehberim.com/nm-Assos_Antik_Kenti-cp-100 siteden ulaşabilirsiniz.
Bayramiç’ten hareket ettikten sonra Ayvacık üzerinden Babakale’ye vardık. Babakale’nin bütün bilgileri http://www.babakale.com/sayfalar/index.htm bu sitede genişçe yer alıyor.
Daha sonra Apolyon Smitius Tapınağı’na geçtik. Buradan son günümüzün son gezi yeri olan Assos (Behramkale) da noktayı koyduk. Tarihi mekânlar ve eserler açısından son derece heyecan verici bir gezinin sonuna geldik.
· Kaz Dağları doğa ve kültür gezisi
Kaz dağları, İsviçre’nin Alplerinden sonra dünyanın oksijeni en fazla bölgesi olarak ün salmıştır.
Kaz dağları 3. Dönem 2. grup Doğa ve Kültür gezisi Çanakkale On sekiz Mart Üniversitesi ile Bayramiç Belediyesi tarafından düzenleniyordu.
Her grup 24 kişiden oluşuyordu.
Büyük ilgi olduğu için kontenjan çok önceden dolmuştu.
Organizasyonun en önemli kişileri 18 Mart Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Cumali Yaşar, 18 Mart Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği öğrencisi Güvenç Sönmez, Gönüllü Doğa Koruyucusu Şahabettin Kalfa, Rehber Yüksel Türk ve Koordinatör Şerife Gümüş gezinin güzel geçmesi için olağanüstü çaba sarf ettiler. Bu gezinin hamisi de tabii ki 18 Mart Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Osman Demircan’dı…
Bayramiç Belediye Başkan Yardımcısı Ergun Tüzgen, yardımcı gibi değil sanki başkan gibi bizimle ilgilendi. Akşam etkinliklerinin hepsine katıldı. Tahsis ettiği yurt, araç ve imkânlarla bize büyük katkılarda bulundu. Kendisini yürekten kutluyorum.
· Organizasyonun eksileri
Peki, profesyonelce hazırlanmış bu gezinin hiç mi eksiklikleri yoktu. Vardı tabii, olmaz olur mu? Bu kadar güzel geçen gezinin yanında olumsuzlukları yazmaya değer miydi?
Otobüs bazen geç kalktıysa, kaldığımız yurdun sıcak suları arada bir akmadıysa, otobüs içinde megafon yoktuysa, vs. bunların ne önemi var. Bu gezi programının altında birçok kişinin imzası vardı ve aylardır süren hummalı ve çileli bir çalışma yapılmıştı.
Gönül muradına erdi mi, erdi… O zaman daha ne diye hataların üzerinde durursun!
· Bayramiç favori ilçem…
Bayramiç gerçekten de ülkemizin en güzel ve en modern ilçelerinden biri… Şehirlerarası ana arterden uzak olmasına rağmen, Çanakkale’nin birçok ilçesini geride bırakmış… Hele hele Ezine’den kat kat daha gelişmiş… Bunda mahalli yöneticilerin payı olsa gerek… Tertemiz caddeleri, geniş kaldırımları, büyükşehirlerde bile az bulunan yeşil alanları, parkları, son derece modern ve büyük Pazar yeri, bakımlı yüzüyle Bayramiç benim favori ilçem oldu… Öncelikle Belediye Başkanımızı ve bilhassa Başkan Yardımcımız Ergun Tüzgen’i yürekten kutluyorum. Memleketini seven, böyle dürüst ve vatansever yöneticilere çok ihtiyacımız var.
· Eğitim programları
Gezimizin eğitim ve rehberlik bölümü son derece profesyonelce hazırlanmıştı. Gündüzleri doğada unutulmaz geziler yaparken, bize o yörenin en ünlü uzmanları eşlik ediyor, geceleri de yine en tanınmış bilim adamları bilimsel dersler veriyordu. Bu anlamda son derece verimli ve zengin bir kültürel kurstan geçtiğimizi söyleyebilirdim. Doğa ve çevre hakkında bilinçleniyor, birçok doğruları öğreniyor, birçok yanlışlarımızı düzeltiyorduk.
Gezinin seçkin katılımcıları, ders veren hocaları acımasızca eleştiriyor, itiraz ediyor, bazen de ayakta alkışlıyorlardı. Koca Rektör yardımcıları zor durumda kalıyor, Bölge Müdürleri ise kendilerini bir anda Genel Müdürlük koltuğunda buluyorlardı.
Beyefendi kişiliği, sabırlı tavırlarıyla grubun gönlünde taht kuran Rektör Yardımcısı Sayın Demircan’a, “Hocam, Danimarka neden Kyoto anlaşmasını imlazamadı?!!!” diye hesap soranlar, “Ama hocaaaaaammm! Memleketin durumu ne olacak” diye yakınanlar…
Çevrecilerin sağı solu belli olmazdı. Yerin dibine de batırırlar, göğe de çıkarırlardı.
Hepsi de okumuş, aydın, elit insanlardı. Bütün sunumları dikkatlice dinliyorlar, sunum sahiplerini soru yağmuruna tutuyorlar, konuyu enine boyuna irdeliyorlardı.
Prof. Dr. Osman Demircan “ Kazdağları’nda Oksijen Üretimi”, Prof. Dr. Kenan Kaynaş “Kazdağları’nda Tarım ve Sürdürülebilir Tarım Teknikleri”, Prof. Dr. Ahmet Gönüz “Kazdağları Bitkisel Potansiyeli ve Fitoterapide Kullanılabilirlik”, Prof. Dr. Mehmet Emin Özel “Uydu Görüntüleri ve Uzaktan Algılama ile Kazdağları”, Doç. Dr. Şükran Yalçın Özdilek “Akarsu canlıları ve habitatları”, Yrd. Doç. Dr. Hasan Özdilek, “Olmak ya da olmamak işte tüm mesele bu… Son yüzyıldaki Ekolojik Ayak İzlerimiz”, Yrd. Doç. Dr. Füsun Erduran “Kazdağlarında Milli Park sorunu”, Yard. Doç. Dr. Sencan Altınok ” Kazdağlarında mitoloji”, Öğretim Gör. Dr. Şükrü Öner, “Kazdağları Biyo –İklim Katları” konulu sunumlarını başarıyla verdiler.
Şimdi burada Kenan hocamıza da bir parantez açmak lazım… Kenan Hoca, gerçekten de sunumunda konuya ne kadar hâkim olduğunu gösterdi. Kendisini yürekten tebrik ediyorum.
Kazdağları kursunda yapılan sunumların hepsine http://www.kazdaglari.org/kalfa adresinden ulaşabilirsiniz.
· Ahenk ve uyum uygulaması
Yoğunlukla İstanbul, İzmir, Ankara olmak üzere Türkiye’nin birçok ilinden farklı kültürel ve sosyal tabakaya mensup kişilerden oluşan grup ilk defa bir araya geliyordu. Gezinin uyumlu ve verimli geçmesi önemliydi. Bu nedenle ilk günden itibaren gurubun hemen kaynaşması için “Ahenk uygulaması” adı verilen bir etkinlik konulmuştu.
Türkiye’nin ilk profesyonel bayan hakemi Lale Orta’nın muhterem eşi Öğretim Görevlisi Ahmet Zeki Orta ahenk uygulamasını başarıyla gerçekleştirdi. Grubun yaş ortalaması(2 çocuk hariç tutulursa) 45 civarındaydı. Orta yaş ve orta yaş üstü insanlar, akşamları Ahmet Hoca sayesinde unutulmaz anlar yaşadılar. Oyunlar oynadık ve böylece tekrar çocukluğumuza döndük. Güldük, eğlendik. Bir baktık ki, daha dün ilk defa bir araya gelen insanlar olarak bir anda 60 yıllık dost gibiydik.
İlerleyen günlerde birbirimize ismimizle hitap ediyor, senli benli konuşuyorduk. Esprilerin ardı arkası kesilmiyor, grup bir anda şaka moduna giriyor, neşe ve gülücükler çiçek gibi açıyor, fıkralar havada uçuşuyordu.
Bu neşeli grubun havasına ayak uyduramayan büyük adamlar da vardı tabii ki içimizde… Ama onları da hoşgörü adına anlayışla karşılıyor, evrensel insanlık değerleri adına görmezlikten geliyorduk. Görevli arkadaşlarımızın sabırlarını zorlayan kimi davranışlar, grubun yüksek potansiyelli hümanist duvarlarına çarpıp geri dönüyordu.
Uyum ve ahenk 6 gün boyunca en üst seviyede seyretti. Buradan Ahmet Zeki Orta hocamıza teşekkürü bir borç biliriz. (Hocam siz bir sepet kayısı hak ettiniz)
· Doğa gezileri ve hocalar
Aslında biz 24 kişi ve bizden önceki dönemin katılımcıları Türkiye’nin en şanslı doğa ve kültür gezisi yapan insanlarıydık.
5 gün boyunca doğada ve tarihi mekânlarda yaptığımız gezilere rehber olarak o yörenin en ünlü uzmanları eşlik etti. Karşılaştığımız diğer grupların rehbercileri, hocalarımızı görünce bize gıpta ile bakıyorlar ve hayranlık besliyorlardı. “Nokta atışı yapmış ve en iyi hocayı bulmuşsunuz” diyorlardı.
Türkiye’nin en güzel yerlerini en iyi hocalarla gezmenin zevki ve farkı bir başkaydı. Memlekete dönünce “hava atacağımı” söylüyor, grup üyeleri bu espriye kahkaha ila karşılık veriyorlardı.
Burada Şahabettin Kalfa hocamız için büyük bir parantez açmamız lazım. Gezinin ta başından sonuna kadar bize eşlik etti. Olağanüstü bir insan. Tutkulu bir çevreci. Genç ve dinamik yapısıyla Kaz dağının adeta bir Karacaoğlan’ı, Köroğlu’su… Kendisini Kaz dağına adamış çağdaş bir Hasanboğuldu… Köknar ağacı kadar sağlam, Çam ağacı kadar sıcakkanlı… Kendisini tanımaktan büyük mutluluk ve bahtiyarlık duydum. Selam olsun size hocam!
· Anne esprisi
“Annem bana kızar”
“Şimdi anneme ben ne diyeceğim?”
“Ya annem duyarsa?”
“Annem beni öldürür”
“Annem müsaade etmiyor”
“Anneme sorayım da”
Gruptaki arkadaşlar ve hocalarımız bu vecize sözleri hep bir espri olarak algılamış ve tatlı tebessümlerle karşılamışlardır.
Anne bizde kutsal bir varlıktır. Hem dinimizin, hem örf ve adetlerimizin anneye ne kadar önem verdiğini anlatmaya gerek var mı?
Anne-çocuk ilişkisi, çocuğun büyümesi ile birlikte şekil değiştirir. Çocuk artık büyümüştür, genç bir delikanlı olmuştur ve annesine ihtiyacı yoktur! Annenin daha sözü dinlenmez!
Hâlbuki benim annem ile olan ilişkilerim hep aynı düzeyde devam etti. Espri olarak zannedilen bu sözleri gerçekte ciddi söylüyordum. Annem hâlâ bana bu yaşta kızıyor ve hayatımı yönlendirmeye çalışıyordu.
Her yaptığım işe müdahale eder ve benim hep iyiliğimi ister. İstisnasız bütün gezilerime karışmıştır.
Kaçkar dağları gezisinde Çamlıhemşin’e indiğimde arayıp halini sorayım dedim… Temmuz’un sonunda Verçenik yaylasında kar, tipi, sis, yağmur ve doludan donma tehlikesi geçirmiştim.
“Oğlum orada ne arıyorsun? Ne işin var bu sıcakta?! Çabuk gel evine otur!” diye bana kızdığında “Ne sıcağı anne… Burada donuyorum” dedim. “Şuna bak! Bir de utanmadan yalan söylüyor. Sen yalana da mı başladın? Çabuk gel “ diye bana kızmaz mı?
· Bayramiç-Kaz Dağı ve Malatya-Nemrut Dağı
Kazdağı 65 kilometre uzunluğunda, 35 kilometre eninde, Doğu’dan Batı’ya doğru uzanan bir dağ kültesidir. Dağın Doğusunda Yenice-Kalkım, Kuzeyinde Bayramiç ve Çan, Batısında Ayvacık, Güneyinde yani deniz tarafında Küçükkuyu, Altınoluk, Akçay, Edremit, Ören, Burhaniye gibi artık turistik bir bölge hüviyeti taşıyan yerleşim birimleri bulunuyor. Kaz dağının esintisi ve suları, deniz kültürü ile birleşince bölgenin Güneyi almış başını gitmiş… Kaz dağına çıkmak için hep güney yolu kullanılıyor. Kaz dağı turizmi başta Zeytinli beldesi olmak üzere güneydeki yerleşim birimlerini ihya etmiş. Devlet de zaten hep bu bölgeye yatırım yapmış…
Fakat asıl Kazdağı Bayramiç tarafında… Bayramiç Kaz dağı arası 30 kilometre… Milli Parklar, Bayramiç’ten Sarıkız tepesine geçit vermiyor. Bayramiç üzerinden Kaz dağına çıkmak istediğinizde ta güneyi dolaşmak zorundasınız ki, bu yaklaşık 150 kilometreye tekabül ediyor.
Bu durum bana Nemrut Dağı ulaşımında Adıyaman ile yaşadığımız bazı sıkıntıları hatırlattı. Kaz dağı ile Nemrut Dağı arasındaki ulaşım benzerlikleri bende şaşkınlık yarattı. Biz de Malatyalılar olarak Bayramiç ile aynı sıkıntıyı yaşıyoruz. Her ne kadar Nemrut’a ulaşım bizim taraftan serbest olsa da, Adıyaman-Malatya arasındaki bağlantı kopuk olduğu için bunun fazla bir etkisi olmuyordu. Nemrut’a gitmek isteyenler Malatya’yı tercih ederlerse 90 kilometre, Adıyaman’ı tercih ederlerse 240 kilometre gitmek zorundalar.
Kim bilir, aynı kaderi paylaştığımız için belki Bayramiç’e olan sevgimin bir sebebi de bu olabilir mi?
· Kaz Dağı’nı kurtarmak
Ey Beyaz Adam! Duydum ki, Kaz dağlarında siyanürle altın arayacakmışsın! Yer altı madenlerimizi işletip ülkemizi çağdaş müreffeh seviyeye taşıyacakmışsın! Memleketimizi zengin edecekmişsin! Yöre insanına aş ve iş verecekmişsin!
Hay Allah razı olsun senden! Ne kadar da memleketi düşünüyorsun. Ben senin ananı babanı da bilirdim… Memleketimizin kalkınması ve gelişmesi uğruna ne cefalar çektiklerini bilmez miyim?!
Bana bak Beyaz Adam! Sen çocuk mu kandırıyorsun!
Söyle bana, neyin var senin? Eğer vicdanın varsa vicdanına, eğer dinin varsa dinine, kitabın varsa kitabına, paran varsa parana, gücün varsa gücüne hitap edeyim.
Senin fikrin neyse zikrin de odur.
Eğer Kaz dağlarına elini vurursan elin kırıla!
Senin dünyayı kirlettiğin yetti artık! Suyumuzu, havamızı, toprağımızı kirlettin! Allah da senin 7 sülaleni kirlete!
İnşallah domuz gribine yakalanasın! Kaz dağlarının zehirli mantarıyla iki seksen uzanasın!
Ayıların saldırısına uğrayıp param parça olasın!
Ölümün, altın bulmak için doğaya salacağın siyanürle olur inşallah!
Kaz dağlarında kazacağın çukurlar mezarın olur inşallah!
Daha akıllanmayacak uslanmayacak mısın?
Görmüyor musun? Başka dünya, başka Türkiye, başka Kaz dağları var mı? Allah gözünü doyura!
Sen bu dünyanın havasını solumuyor, bu dünyanın suyunu içmiyor, bu dünyanın ekmeğini yemiyor musun?
İnsan mısın, mahlûk musun sen?
Suyun, havan, toprağın biter, kirlenirse ne zıkkımlanacaksın! Hı söyle bana!
Uzaya gidip başka bir dünya mı bulacaksın?
Bre ahlaksız, vicdansız, dinsiz, imansız!
Sen laftan sözden anlamaz mısın? Adam gibi uyardık anlamadın, eylem yaptık tınmadın, yasa-kitap-kanun dedik dinlemedin, he ağam, canım paşam diye yalvardık takmadın!
Seni Kaz dağlarına KAZma vurmaktan ne alı koyacak bilmem ki!
Bütün değerleri aşındırdın. Hiçbir değer tanımaz oldun. Tek anladığın, daha çok zengin olmak, daha çok para kazanmak!
Ey Ankara’daki böyük adamlar! Peki ya size ne demeli?
Yok, arkadaş, artık bu işin Beyaz Adamı Siyah Adamı kalmadı!
Altımızı oyan, çevremizi kirleten, ormanlarımızı yok eden, bütün değerlerimizi tüketen vahşilerin rengi de, dini de, fikri de aynı!
Hepinizin Allah canını ala!
Bir karış toprağa, bir yudum suya, bir lokma ekmeğe, bir nefeslik havaya muhtaç kalasınız inşallah!
Sanmayın ki bu doğa kördür, duymaz, bilmez! Canı yoktur, kendini savunamaz! Dili yok, gücü yok! Sanmayın!
Doğa, kendisine yapılan her yanlışın faturasını çıkarır!
Ve son olarak şunu söylüyorum. Unutmayın ki;
“Çanakkale Geçilmez” destanını yazan bu millet, müttefik şirketlerin (şerlilerin) amansız kazılarına karşı göğsünü siper edecektir.

· Bırakma beni!
Sarhoş olduk biz bu diyarlarda… Zehirlendik bu mekânlarda… Oksijeni, havası, rüzgârı, dağı, deresi, ovası, suyu, çiçeği, sisi, bitkisi, toprağı, meyvesi, köyü, bahçesi, balıkları, ormanı ve insanları bizi sarhoş etti.
Zehirledi…
İyi mi oldu yani!
Şimdi biz şehre nasıl döneceğiz?
Medeniyete! nasıl uyum sağlayacağız?
Teknolojiye nasıl ayak uyduracağız?
Modern dünyayı nasıl kabulleneceğiz?
İnsan olmaya alışmıştık burada, sevmeye, paylaşmaya, doğallığa, samimiyete, güzelliğe alışmıştık.
Ciğerlerimiz ve zihinlerimiz aynı anda temizlenmişti… İnsan olduğumuzu anlamıştık. Fıtrata dönmüştük.
Ey Bayramiç! Ey Sarıkız! Ey Kaz dağları! Bırakma bizi! Al kollarına, sımsıkı tut bizi! Medeniyet! öcüsünün önüne atma bizi!
Ey orman kardeş, bana da köşende bir yer ayır.

Kalayım sonsuza dek kucağında!
Kuş olur öterim dallarında!
Kelebek olur uçarım çiçeklerinde!
Kurt olur ulurum her daim tepelerinde!
Ayı olur yatarım ağaç kovuklarında!
Balık olur yüzerim göllerinde!
Mantar olur yapışırım gövdelerinde!
O2 olur yaşarım havalarında!

Altının olur feda ederim kendimi!
Siyanürcülerin önünde siperin olurum!

Homeros olur destanını yazarım!
Bırakma beni!
Ne olur! Ne olur! Ne olur!

Fotoğraflar linki:
http://picasaweb.google.com.tr/alisanselimhayirli/KazDaglar#