Alişan HAYIRLI
Malatya’mızın yetiştirdiği çağdaş yazarlardan, romancı, belgesel yapımcısı, şair, sevgili dostum Sadık Yalsızuçanlar’ın son romanlarından biri olan Anka’yı okuma fırsatını değerlendirdim ve iki solukta bitirdim.
Bu roman, öncelikle Malatyalıları, Uşaklıları, Bursalıları çok yakından ilgilendiriyor. Çünkü Anka, Malatyalı Niyazi Mısri’yi anlatıyor. Niyazi Mısri de hayatının büyük ve en önemli kısmını Bursa’da ve Uşak’ta geçirmiştir.
Asıl adı Mehmet olan Niyazi Mısri, 8 Şubat 1618 yılında Yeşilyurt İlçesi’nin Soğanlı köyünde dünyaya gelmiş.(Yani hemşerim). Niyazi ve Mısri isimlerini sonradan mahlas olarak almıştır. Hayır, Mısri’nin hayatını burada anlatacak değilim. Ne yetkim var ne de bilgim.
Ancak onun hayatını roman olarak anlatan Anka ile ilgili bir-iki satır yazma hakkım vardır, diye düşünüyorum. Sevgili üstadımız, Sadık ağabeyimizin engin hoşgörüsüne, okuyucuların da anlayışına güvenerek kendi görüşlerimi aktarmak istiyorum.
40’ün üzerinde eser vermiş Yalsızuçanlar’ı eleştirmek bizim haddimize değil. Türkiye’de Romancı denilince ilk akla gelen isimlerdendir Yalsızuçanlar… Eserini okuyup sükût etmek yakışırdı bize… Alacağımızı alır, anlayamadığımızı da sormak yakışırdı bize… Ama üstadın özel hayatındaki mütevazı hali, hoşgörüsü, anlayışı ve teşvik edici davranışları bana bu yazıyı yazma konusunda cesaret verdi.
Hemen şunu da belirtmeliyim ki, yapacağımız hiçbir eleştiri, ekleme, düzeltme ya da çıkarma eserin yüceliğine zerre miskal toz dahi konduramaz, büyüklüğüne gölge düşüremez, eserin fevkaladeliğinden hiçbir zerre azaltamaz.
Hadi bir şey daha belirteyim, bu eserin roman tekniği açısından bir zirve olduğunu peşinen kabul ve takdir ediyorum.(Hoş, sanki sen kabul ve takdir etmesen ne olacak ki!) Hele hele tasavvufi hayatın ve felsefenin en önemli isimlerinden biri olan Niyazi Mısri’yi roman olarak anlatmak her babayiğidin kârı olmasa gerek. Manevi dünyamızın en önemli temsilcilerinden biri olan Niyazi Mısri ve ekolünü romanlaştırmak ancak Yalsızuçanlar’ın altından kalkabileceği bir iştir.
İçindeki görüşlere katılıp katılmamak ayrı bir konu fakat her Malatyalının mutlaka bu kitabı okuması lazımdır. Böylelikle, Mısri’ye gerekli ihtimamı göstermeyen Malatyalı da bir nebze olsun kendini affettirmiş olur.
Şimdi gelelim romana;
“Anka”, Sadık Yalsızuçanlar’ın Niyazi Mısri’nin artık menkıbevi bir hal alan hayatını, biyografisini romanlaştıran bir kitabı…
Roman sizi daha ilk satırlarından ve sayfalarından itibaren sarıp sarmalıyor. Sizi gizemli ve esrarengiz bir dünyanın içine çekiyor. Hayattan ve dünyadan ayağınızı kesiyor. Sizi başka bir âleme sürükleyip bırakıyor. Romanı bir gecede bir solukta bitirmek zorunda kalıyorsunuz. Sanırsınız ki, yarıda bıraksanız, yarın devam edeyim derseniz, elinizden kaçıp gidecek, bir Zümrüdü Anka gibi… Sizi kuşatan esrarengiz havanın tesirinden kopmaktan, bunu yarın yakalayamayacağınızdan endişe ediyorsunuz.
O kadar ki, İslam dünyasının yıllarca tartıştığı nice netameli konuların romandaki yansımalarına bile aldırmıyor ya da altını çizip “Bunların ne kadarı İslam’a uygun?” demeye fırsat bulamıyorsunuz.*
Sanki bir mitolojinin içindesiniz. Sanki anneanneniz size masal anlatıyor. Sanki yaşadığınız çağın ötesinde, Kaf Dağı’nın ardında bir masal ülkesindesiniz. Roman, kendisini okutmak için yeterli ölçüde etkili ve yetkili enstrümanlara sahip…
Roman daha ilk sayfalarından itibaren sizi tasavvuf ile tanıştırıyor. (Zaten öyle de olması gerekiyor.) Onun kavramları, onun kendine has dünyası ile buluşturuyor sizi… Geleneksel tasavvuf kitaplarından tek farkla ki, bunu edebi ve akıcı bir dille yapıyor. Mistisizm, romanın iliklerine kadar hâkim olmuş, adeta kitabı esir almış.
(Fakat tasavvuf dünyasının ve sufi geleneğin yabancısı olan okuyucu için roman sıkıcı gelebilir. Sanırım romanın da hedef kitlesi bütün okuyucular olmakla birlikte özelde tasavvuf ve tarikat ehlidir.)
Öncelikle romanın konusu ile ismi arasındaki uyuma dikkat çekmek istiyorum. “Anka”, romana konulan en isabetli isim olmuş. İsim, romanın ana temasıyla mutlak uyum içerisinde… Doğrusu bir mutasavvıfın hayatını konu alan romana da başka bir isim verilemezdi.
Romancının halen yaşadığı şehir olan “ANKA’ra” ve soyadı olan “Yalsızuçanlar” yani “kanatsızuçanlar” kelimesindeki uçmaktan mülhem mi, onu bilmiyorum.
Anka’nın nasıl bir kuş olduğunun hikâyesine bir göz attığımızda romanın ana konusu ile ne kadar örtüştüğünü daha iyi anlayacağız.
Simurg (Farsça: سيمرغ) veya bir diğer ismiyle Zümrüdü Anka efsanevi bir kuştur. Pers mitolojisi kaynaklı olsa da zamanla diğer Doğu mitoloji ve efsanelerinde de yer edinmiştir. Ayrıca zaman zaman sadece Anka kuşu olarak da anıldığı olmuştur.
Sufi Ferîdüddîn-i Attâr bu kuştan kendini aramanın sembolü olarak söz eder. Batı’da Feniks, İran tradisyonunda Simurg, Orta doğu tradisyonunda Anka kuşu, Türk tradisyonunda Kerkes adını alan bu efsanevi kuşların ortak bir özelliği ölümsüzlüktür. Ayrıca bu kuşlarla ile ilgili anlatımlarda genellikle bir yanma motifi bulunur. Örneğin, Kerkes, Herodot ve Plütark’ın değindiği Feniks’te de görüldüğü gibi, öleceği zaman, bir tür ateş olup kendi kendini yakan ve kendisinden yeniden doğan bir kuştur. Anka ya da Zümrüd-ü Anka Orta doğu tradisyonuna göre, Kaf Dağı’nda yaşar. Bu efsanevi kuş sembolizmlerinde simgelenen başlıca anlamlar, spritüel aydınlanma ve reenkarnasyon olarak açıklanır. Feniks sembolizminde kuşun yanması cehenneme iniş deneyimini, yeniden doğması ise arınılarak saf şuur halinin elde edilişini simgelemektedir.**
Anka, mitolojik bir kuştur, yani efsanedir. Yazar, romanına konu ettiği Mısri’yi Anka kuşuyla özdeşleştirmektedir.
*************
Roman’da, Niyazi Mısri üzerine bir doktora tezi hazırlamakta olan Mehmet’in içine düştüğü acılar dile getirilmekte… Özel hayatında karısı ile şiddetli geçim sıkıntısı yaşayan ve boşanmak üzere olan ve roman sonunda da boşanan Mehmet’in ıstırapları, Niyazi Mısri’nin hayatı ile paralel olarak anlatılmakta…
Kitapta Niyazi Mısri’nin kronolojik yolculuğu; Mehmet’in hazırlamakta olduğu tez ve karısı ile yaşadığı tatsız olaylarla iç içe anlatılıyor. Bir yönüyle de sanki tarih kitabı… Niyazi Mısri’nin yaşadığı dönemdeki Osmanlı Sultanlarının kısa hayatları da kitapta yer alıyor.
Yazar Osmanlı’ya ve sultanlarına karşı pek sıcak bakmıyor. Osmanlı’nın feci yıkılışını, Niyazi Mısri ve bu ekolün diğer mensuplarına uygulanan muameleye bağlıyor. “Bak işte siz böyle yaparsanız, sonunuz da böyle olur” der gibi…
1600’lü yıllar ile 2000’li yıllar arasında mekik dokuyor yazar… Osmanlı’nın “zulmüne duçar olan” Mısri ile onun tezini hazırlayan ve karısının zulmüne duçar olan roman kahramanı Mehmet’in hikâyesi iç içe veriliyor. Her iki kahraman da zulüm görüyor ve acı çekiyor. Kitapta, roman kahramanı Mehmet aslında bir akademisyen ya da doktorasını hazırlayan bir öğrenci gibi değil Mısri’ye tabi olan bir derviş gibi yaşıyor ve davranıyor.
(Laf aramızda yazarın hayatı da roman kahramanı Mehmet’in hayatından pek farklı değil. Bazen romandaki Mehmet ile kitabın yazarı Yalsızuçanlar’ı birbirine karıştırıyorum. Farkında olarak mı olmayarak mı, bilmiyorum, romandaki Mehmet genellikle yazar Yalsızuçanlar gibi konuşuyor, düşünüyor ve yaşıyor. Bu benzerlik hep kafamı karıştırdı, ben de telafisi mümkün olmayacak şekilde şüpheler uyandırdı.)
Roman içerisinde tasavvuf dünyasının klasiklerinden olan keramete, gaybdan haber vermelere sık sık rastlıyoruz. Yazar, bu motifleri de ustalıkla işleyip eserinin arasına serpiştirmiş. Böylece eserin okunabilirliğini, heyecanını artırabilmiş. Yazarın sık sık başvurduğu bu yöntem kitabın ana unsurlarını oluşturmuş.
**********
Niyazi Mısri’nin Malatyalı olmasından ötürü yazarın, roman içinde Malatya’ya fazlasıyla yer verdiğini söyleyebiliriz. Yazar, Malatya’nın 30-40 yıl önceki halini kendi çocukluk duyguları ve anılarıyla birlikte verirken, bunları Niyazi Mısri’nin hayatıyla ilintili bir şekilde ortaya koyuyor.
Çarmuzu mahallesinde, işlediği ilk günahı anlatan bölüm gerçekten etkileyici ve gıdıklayıcı. Okuyucu, o bölümleri okurken, eminim ki herkes kendi işlediği ilk günahı kafasında canlandırmıştır. Fakat erik hırsızlığı için arkadaşı ile birlikte gittiği Gâvur Hakkı’nın bahçesinde, kızı Sevim ile karşılaşması ve bilahare rüyasında onu görmesini romanın ağır ve her tarafından tasavvuf kokan ana kurgunun neresine oturtacaksınız?
(Malatya ve Aspuzu’dan bahseden bazı bölümleri aşağıda yazının sonunda sunuyorum)
Bölümler arasında bağlantıyı kurmakta zorlandığım anlar oldu.
Nitekim yazar bölümler arasında keskin geçişler yapıyor.
Eskimalatya’da Menzil çayevinde otururken kendinizi bir anda 300 küsur yıl geriye gidip Dördüncü Murat sonrası Osmanlı’da Deli İbrahim’in iktidarı ile sonuçlanan çetin saltanat kavgasının içinde buluyorsunuz.
Bazen de Niyazi Mısri’nin Sinan Ümmi ile Elmalı’da buluşmasını okurken, bir anda yazarın karısı ile yaptığı telefon kavgalarından birine şahit oluyorsunuz.
Ankara sokaklarında kendisini kalabalığın içine atan yazarın bunalmış halinden, bir anda Dördüncü Murat’ın Bağdat seferine katılabiliyorsunuz.
Bu keskin geçişler, okuyucu üzerinde nasıl bir etki yaratıyor?
Bu geçişler, sayfa geçişleri kadar basit ve kolay olmuyor.
Tez hazırlamakta olan Mehmet’in hocaları ile tartışması, tasavvufi ve sufi dünyanın esrarengiz, sembolik dünyasına karışıyor, okuyucu bir oradan bir buraya savruluyor.
Tasavvuf mistisizminin alabildiğine karışık ve kozmik dünyası kısa cümlelerle, soluk soluğa anlatılıyor.
Alabildiğine mücerret bir dünya, bir hayat, Yalsızuçanlar’ın kaleminden daha bir mücerret hale gelmiş. Yazar, okuyucu tarafından anlaşılabilme endişesi taşımıyor. (Öyle zannediyorum) O dünyanın sahip olduğu silahı otomatik tüfek gibi kullanıyor. Kelimeler birer mermi gibi… Bazı bölümlerde, nefes bile almamıza müsaade etmeden üzerimize üzerimize geliyor. Zikir dairesindeki halkadan kopan bir dervişin kendini kaybedercesine “Hu!” çekmesine benziyor cümleleri… Bazen sakinleşiyor ve ayıldıktan sonra bir bardak su içen derviş misali, yazar da kendi hayatından bir bölüm aktarıyor bize…
Daha gençliğinde Menzil şeyhi ile tanışması ve orada yaşadığı bir anıyı anlatması, bence yazarın yazarlık zirvesine çıktığı en çarpıcı sahnelerden biri… Anlatım tekniği ve roman sanatı açısından beni en fazla etkileyen bölümlerin başında gelmektedir.
Hayatım boyunca şeyh-mürit ilişkisi yaşamadığımı, böyle bir dünyanın içinde yer almadığımı herkes bilir. Öyle de olsa bu, tekke hayatının bir ritüelini en iyi şekilde anlatan bir sanat eserini takdir etmeme engel teşkil etmemeli, diye düşünüyorum.
Kitapta dini açıdan katılmadığım birçok görüşün olduğunu bilmem söylememe gerek var mı? Zaten kitabı bu yönüyle eleştirme ayrı bir yazı konusu olmalı. (Zaten kitap bu yönünle mümbit… Eleştirmek isteyen için malzeme çok) Ben bu yöndeki görüşlerimi saklı tutmak kaydıyla, tamamen kitap hakkındaki genel düşüncelerimi serdediyorum.
**********
Tasavvufun kendine has dünyası kitapta fazlasıyla yer kaplamış.
Kitap bir anlamda, Muhittini Arabi’nin, Geylani’nin, Bağdadi’nin, Beyaziti Bestami’nin, tasavvuf ve sufi geleneğinin en ünlü temsilcilerinin ortak izdüşümünü roman diliyle ortaya koyuyor.
Kitaba, bu dünyanın esrarengiz, sırlı ve gizemli hali fazlasıyla sinmiş. Ama ne yazık ki, kitabı okuyan zavallı okuyucular, bir türlü Niyazi Mısri ile Osmanlı iktidar mensupları arasındaki ihtilafın ne olduğunu, Mısri’nin Osmanlı’ya neden muhalefet ettiğini, hangi konularda anlaşmazlığa düştüklerini bir türlü öğrenemiyor.
Daha önceden Mısri’nin hayatını okumamış bir okuyucu, kitap sonunda bu soruların kesinlikle cevabını bulamıyor.
(Son bölümlerde bu konuda kısmen de olsa bilgiler verilmiş. Ancak temel anlaşmazlıklar, kavgaların altında yatan felsefi, fikri, dini anlaşmazlıklar anlatılmamış. Medrese-tekke savaşının arka planına fazla yer verilmemiş. Sadece kabaca her iki tarafın da karşılıklı iftira, yalan, dolan ve iktidar kavgası yüzünden birbirlerini suçladıkları anlatılıyor.
Kaldı ki, doğrusu nefis tezkiyesi ve insanın kâmilleşmesi üzerine kurgulanan bir ekolün mensuplarının, kitapta anlatıldığı üzere birbirlerini dedikodu, yalan, gıybet, iftira ve asılsız suçlamalar üzerinden yıpratmaları, kan dökmeleri, savaşmaları, birbirlerinin ibadethanelerini yıkmaları, sürgünlere başvurmaları vs. anlaşılabilir gibi değil. Hele hele birbirlerini kâfirlikle ve zındıklıkla suçlamaları ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. Bunu biz sosyologlara, tarihçilere ve bilim adamlarına bırakıp romana dönelim)
**************
Fevkaladelikler, mucizeler, insanüstü yaratıklar, doğaüstü haller, kerametler romanın belli başlı temaları…
Romanın bazı bölümlerinde okuyucu, tasavvufi hayatın vazgeçilmez unsurları olan kendinden geçme, kendini kaybetme, yok olma halini fazlasıyla müşahede ediyor.
Yazar, roman kahramanı Mehmet’in hayatıyla Niyazi Mısri’nin hayatı arasında zaman zaman paralellikler kurmakta son derece usta kurgular üretmiş.
Mesela Niyazi Mısri’ye ait, Bursa’da rüyasında kalaycı gördüğüne ilişkin anısını okurken, tam o sırada Malatya’da eski komşuları kalaycı İzzettin Amca’nın ölüm haberinin gelmesindeki hikmet ne olabilir ki?
***********
Roman kahramanı Mehmet, Niyazi Mısri’yi, eserlerini ve hayatını, kendi karısı ve çocuğuyla yaşadığı mutsuz hayattan bir kaçış yeri olarak görüyor. Bir sığınak yeri… Kalbindeki ve içindeki boşluğu Niyazi Mısri’nin beyitleriyle dolduruyor. Hayata Mısri’nin şiirleriyle bağlanıyor.
************
Yazar, romanda sık sık üstü kapalı olarak, tanınmış bir Avusturyalı felsefeciden de söz eder. Zaman zaman bu felsefeciyi Niyazi Mısri ile özdeşleştirir ve onun da böyle düşündüğünü söyler. “Viyanalı Ermiş” adıyla zikrettiği bu ünlü yazar, 20. Yüzyılın en önemli filozoflarından Ludwig Wittgenstein’dır. Zaten kitabın başında da bu kişiye ait bir söz yer almaktadır.
Yazarın bu kişiden bir hayli etkilendiği ve onun düşüncesi ile Niyazi Mısri başta olmak üzere İslam Mistisizmi arasında önemli benzerlikler gördüğü anlaşılmaktadır.***
**********
Burada şu önemli tespiti yapmak gerekiyor. Yazar, Niyazi Mısri’nin hayatını romanlaştırırken, yani adını “Anka” koyduğu bu eseri yazarken aslında içeriden birisi olarak yazıyor, dışarıdan birisi olarak değil… Tasvir ettiği bu dünyanın zaten bir parçası… Bu yolun yolcusu… Bu ekolün bir mensubu… Yazarlık yeteneği, kelimelere hâkimiyeti, roman tekniğini ustalıkla kullanması… falan bütün bunlar tamam… Fakat yazarın romandaki asıl başarısı, okuyucuyu hiç sıkmadan sonuna kadar sürüklemesindeki asıl başarısı buradan gelmiyor.
Yazar romanı inanarak, yaşayarak yazmış. Vecd haliyle yazmış, belki yazdırılmış. Romanı yazmamış adeta yaşamış… Zaten tarihe damgasını vurmuş en önemli mutasavvıflardan biri olan Divan Şairi’nin o gizli dünyasına vakıf olmak, onu mecaz dünyasından madde dünyasına(romana) aktarmak başka türlü ruh haliyle mümkün değil… O zaman sıradan, didaktik bir roman haline dönüşürdü ki, zaten piyasada Niyazi Mısri’yi anlatan 10’larca eser var…
(Fakat burada, yazarın kitabı yazarkenki ruh halini ele veren bir bölümden bahsetmeden geçemeyeceğim. 51. sayfada, Cibali Baba’nın öldürülüşünün hikâyesi anlatılırken, İstanbul’un fethi ile ilgili ilginç ve korkunç bir “gerçeği” de öğrenmiş oluyoruz. İstanbul’un fethi, Cibali Baba’nın öldürülüşü üzerine mümkün olmuş. Cibali Baba, sabahlara kadar dua edip, “Gâvurcuklarımı öldürme” dediği için fetih gecikiyormuş. O ölmedikçe şehri alamazlarmış. Bunun üzerine Cibali Baba’yı öldürmüşler de İstanbul feth olunmuş. Kitabın kimi yerlerinde benzer uçuk hikâyeler yer almakta… İnsaf sahibi tasavvuf erbabının dahi zor kabul edeceği bu tür hikâyeler, yazarın kitabı yazarken kendini ne kadar kaptırdığını göstermektedir.)
Yere kadar eğilip selam alan ağaçlar, söz dinleyen kütükler, kavanoza bakmaksızın içindeki zehri bilenler, Süleyman’ın öldürüleceğini 1 yıl önce haber verenler gibi birçok keramet ve gaipten haber vermeler, “insan ötesi” haller kitapta bol bol yer almaktadır.
*******************
Romancı, biyografisini romanlaştırdığı şahsiyetin yaşadığı mekânlardaki izini sürürken, arkeolojik kazı çalışması yapan bir arkeolog gibi yaklaşmıyor ortaya çıkardığı eserlere…“Bu sıralarda kaldığın Kasımpaşa’daki Hasan Hüsamettin Efendi’nin hankahında bir kuyu kazdırıyorsun. Geçen yaz İstanbul seyahatimde kuyuyu, hücreni, gözyaşlarıyla ıslattığın tahta döşemeyi gördüm. Karım niçin ağladığımı bilmiyor”
Yalsızuçanlar, burada romanına konu aldığı kişinin hayatını kaleme alan bir yazar değil, roman kahramanının bir müridi, bir dervişi gibidir.
“Hazret” in doğduğu ve büyüdüğü topraklara mensup olmaktan ayrıca bir haz duyduğuna şüphemiz yok, yazarın…
Ancak yazarın Malatya’ya olan sevgisi, aşk derecesindeki tutkusu da, belki kendisinin Malatyalı oluşundan çok, Niyazi Mısri’nin Malatyalı oluşundan ileri geliyor. Kim bilir…
Sık telefon görüşmelerinde ve Malatya’daki yüz yüze sohbetlerimizde Niyazi Mısri’den hep “Hazret” diye söz etmekte ve Onun öldükten sonra da keramet sahibi olduğuna inanmaktadır.
“”Hazret” bu salonu doldurur, “Hazret” yapar, “Hazret” gücenir, “Hazret”’in ruhu geldi, “Hazret” buralarda dolaşıyor…
“Hazret” gelir mi, küser mi, kızar mı bilmiyorum ama Yalsızuçanlar’ın Türk romancılığına soluk aldıran, yeni bir ivme kazandıran, örnek bir şaheser ortaya koyduğuna hiç şüphem yoktur.
*******************
Kitapta, roman kahramanı Mehmet’in karısı ile yaptığı kavgalardan sıkça bahsediliyor. Karısının kendisine çektirdiği acılardan bunalan Mehmet, var gücüyle Niyazi Mısri’den yardım istiyor:
“Ey Niyazi, şimdi buradasın, Dikmen’deki evimin odasında, yalnız, mutsuz, umutsuz bir halde sancıyan bedenimin içindeki ruhtasın. Elini uzattın, tutunmaya çalışıyorum. Lütfen bırakma beni. Beni bu çaresizliğin içinden çekip çıkar. Himmet et. Karımın, benden uzaklaşan, yüreği öfke dolu oğlumun çevrelediği yalnızlıktan, onun zehrinden çekip al.
Yüzüme bak. Ruhuma bak benim, onu bana göster.
Ellili yaşlarımda, senin gibi ben de dilin eşiğindeyim hâlâ.” (Sayfa 66)
****************
300 küsur yıl önce Niyazi Mısri’nin Malatya’dan çıkıp uğradığı yerlerden biri de Bağdat… Bağdat, Kufe, Kerbela gibi kentler Sufi dünyanın en fazla önem verdiği bölgelerdir. Tasavvufi düşüncenin ilk defa neşvü neva bulduğu şehirlerdir. Niyazi Mısri Bağdat’a ayak bastığında, yazarımız da Bağdat’ın tarihi ile ilgili geniş bilgi vermektedir. Hakikaten, boşuna “Ana gibi yar Bağdat gibi diyar olmaz” dememişler. Bağdat’ın çok acı bir tarihi var. Anlatmaya ve okumaya insanın dili ve yüreği varmıyor.
Yazar, burada Mısri’nin Bağdat seyahatini anlatırken aynı anda günümüze dönerek Bush ve Saddam’ın zalimliklerini anlatıyor ve bize Niyazi’den günümüze bir Bağdat ağıtı sunuyor.
*****************
Kitabın 17. bölümünü bitirdiğimde, “Şu Tolstoy da ne büyük bir yazar. Kadın ruhunu nasıl da anlatmış…” dedim yanımda oturan anneme… Pardon Yalsızuçanlar demek istemiştim. Neyse ki kırdığım potu annem anlamadı. Ben tekrar kitaba döndüm.
Bir an için okuduğum eserin kime ait olduğunu karıştırdım. Kitabın 17. bölümü gerçekten Tolstoy’un Kroyçer Sonat’ı aratmıyordu. “Kadın”, “Allah”, “Sevgi”, “Evlilik”, Şehvet” vs. kavramlarını, karısı ile yaşadığı sorunlar ve acılar üzerinden dile getirirken sanatının zirvesine çıkıyor, yazarımız…
**************
Sanki makineli tüfek gibi ateş ediliyor okuyucuya, kimi yerlerde, yükselen bir dozda… Sanki okuyucu bombardımana tutuluyor. Bir sufi dervişin geçtiği merhaleler mistik bir dille, akıcı bir üslupla veriliyor. Kimi yerlerde de, okuyucuya nefes aldırmak için, bir arkadaşı ya da bir hocası ile yaptığı “basit” diyaloglar çıkıyor karşımıza… Niyazi Mısri’nin hayatı gibi roman da inişli çıkışlı bir seyir izliyor.
Mozart’ın 52. Senfonisi’ni dinlerken sürüklendiğim ruh halini andırıyor, Anka… Hiç bir müzisyen onun kadar, eserlerinde inişli çıkışlı, sevinçli ve hüzünlü bir yaşamın kararsızlıklarını yansıtmamıştır.
Aynı Mozart’ın senfonisi gibi derin bir sessizliğine bürünüyor, dinleniyor ve kendinize geliyorsunuz, ardından bir anda enstrümanların yükselen çığlıkları ile başka bir ruh haline geçiş yapıyorsunuz.
*************
Kitabın sonuna doğru yaklaştığımda, eserin içine serpiştirilmiş Niyazi Mısri ile ilgili bilgi kırıntıları bir yana, hafızamda kalan, beni etkileyen Niyazi Mısri’den çok, yazarın Niyazi Mısri’ye yakarışları, nefes kesen feryatları, canhıraş haykırmaları oldu. Yazar; kendi duygu, düşünce ve sayıklamalarını ön plana çıkarmış, bunu yaparken son derece profesyonel bir dil ve üslup sergilemiş. Aidiyet hissettiği dünyanın terminolojisine hâkim olan yazar, bu avantajını sonuna kadar kullanmış.
Yalsızuçanlar üstadımızın bu kitabı yerde yazdığına inanmak gerçekten güç… Bence bir rüya âleminde, ya da gökte henüz bizim bilmediğimiz, belki yüzyıllar sonra icat edilecek bir araç içinde veyahut bulutlar üzerinde yazmıştır. Türk edebiyatında, Türk romanında bir dönüm noktası olabilecek bir eser… Tekniği, dili, üslubu, kurgusu vs. romandan da öte bir şaheser, bir heykel, bir klasik müzik bestesi, bir şiir…
Kitabın son sayfasını çevirdiğimde, sanki ruhumun derinliklerinden, içimden, kalbimin bir köşesinden, yüreğimin kenarından bir kuş havalandı… Turgut Özal mahallesindeki evimizin balkonundan süzülerek, yemyeşil Çilesiz vadisinden Yeşilyurt, Gündüzbey, Banazı taraflarına doğru hızla kanat çırptı… Menzili ve nereye uçacağını biliyormuş gibi süzülüyordu.
Bir çocuk kuşu göstererek bağırıyordu:
“Bakın! Anka kuşu!”
******************
Notlar:
Anka’da, Malatya ile ilgili bölümlerden bazıları:
…dünyaya geldiğin yeri, zamanı, Malatya’nın Aspuzu toprağında bir gül gibi biten varlığını anlatıyorum. Dünyayla gelmişim, senin dilinde, şafak söküyor anlamına geliyor. Gün doğuyor, Aspuzu… Amcamın karısı da oralı idi. Yukarı Banazı derlerdi. Şimdi konak olmuş. Bir bürokrat arkadaşım milletvekili olacağı zaman, soyadını Konaklı diye değiştirmişti, oralıydı. Şimdi bile yemyeşil, sulak bir yer olduğuna göre, o zaman kimbilir ne kadar gönülçelen bir cennetti. (Sayfa 12)
‘Peki neden Aspuzu, bülbüllerin gül bahçesidir, diyor?’ “Bülbül, burada çılgın anlamındadır. Güle meyli olandır. Gülün rengine, kokusuna aşık… Oysa ne diyor Mevlana? Sen altının rengine aşıksın, altın benim rengime aşık...’
‘Cenneti anan yüce bir mekandır Aspuzu’ diyorsun. Havası mutedildir, suyu türlü zevklerin birleştiği bir saflıktır. Bilgelerin sefa meclisidir, Mesih’in can veren soluğundan daha etkilidir, ruh-ı revan gibi akar, gönülleri yıkar, bedenleri arıtır.’
Kameraman, ‘Aspuzu hangi dilden acaba?’ diye soruyor. Yönetmen, ‘Bilmem” diyor, gözleri kağıtta.
‘Ermenice olabilir mi?’
‘Bilmiyorum’
‘Ama Hızır’ın menzili olduğu kesin. Hazret böyle diyor. Dördüncü ayda yeşilin en can alıcısını giyinir. Dört yanda tatlı meyveler, dünyalar güzeli bir dilberin dudakları gibi; yeşil atlasla korunmuş bir güzel…’ (Sayfa-13-14)
****************
İn Kernek’ten aşağı, şekerpare, dalbastı, dut, kızılcık, kavak ağaçlarının arasında kaybol, derenin sesi rüzgârlara karışıyor, temmuz sıcağından eser yok burada, burası Battal Gazi’nin yurdu, Muhyiddin Arabi’nin otağı, gir onun çadırına, sultan otağı burası. (Sayfa 17)
Hala Malatya’dasın, Genç Osman Lehistan seferinde.
‘Malatya’nın kavakları, dökülüyor yaprakları…’ Nurettin Dadaloğlu o yanık sesiyle maya söylüyor… Ustalardan seçmeler… Ne radyosu bu?
Malatya’nın canları… (Sayfa59)
************************
Kitapta dikkatimi çeken birkaç güzel söz:
· Haklısın, dilimizin sınırları dünyamızın sınırlarını belirler.
· İnsan yaşlanınca, çocukluğunun kuytularına doğru sızıyor.
· ‘Allah’ın sırrı sensin, kalbine sefer et’
· Çünkü gözler kör olmaz, lakin göğüslerdeki kalpler kör olur.
· …burası bir mekân değil mekânet, burası zamansızlık, mekânsızlık yurdu, bir yurt değil bir hal, bir hal değil bir makam, bir makam değil bir devran, bir devran değil hiçlik…
· ‘Ya şu romantik mitolojinin saçmalığını bırak, ne ikizi, ne elması, ne yarısı, adam doğru söylemiş işte, en tatlı kadın dahi acıdır.’
· Çok mutsuz bir insanın başka bir insan için üzülmeye hakkı vardır.
· Düşünmede de bir sürme zamanı vardır, bir de hasat zamanı.
*************************
* Yazarın korkusuzca kalem oynattığı alan İslam tarihinde yüzyıllardır süregelen iki ana damarın çatıştığı, bazen kendi içlerinde bazen de özellikle muhalifiyle sürekli savaştığı bir alan… Taraflardan biri olan sufi(sofi) yani tekke geleneği, anlaşılması son derece güç, girift bir yapıya sahip… İslami olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte tasavvufi hayatın ve felsefenin sahip olduğu zengin terminoloji, ritüel ve terimlerin bir kısmını burada zikretmek istiyorum. Zaten yazar da bu mefhum(kavramların) arasında gidip gelmekte, eserin temelini ve çatısını bu sıfatlarla kurmaktadır:
“Züht, vecd, inziva, zahir, batın, mürid, keşf, tekke, kutub, ricalulgayb, istiğase, tevessül, rabıta, istimdat, keramet, fena-ı murakabe, tecelli-i nur, tecelli-i ilahiyye, fena billah, beka billah, müşahede-i cemal, fena fi’r Rasul, zülcenaheyn, fena fişşeyh, letaif-i ahfa, fena fillah, nefiy, isbat, murakabe, cezb-i ilahi, letaif-i kalb, müşahade-i Rasullullah, tecelli-i esma, tecelli-i ef’al, tecelli-i sıfat, makam-ı hilafet, sırr-ı hilafet, müşahede-i zat, istiğrak, fena ender fena, beka ender beka, müstağrafin-i fizzay, celaliyye, cemaliyye, müstağrafakin fi zatillah, makam-ı hayret, tecelli-i berk-i zat, cesed-i ruhani, müşahede-i Muhammedi, teicelli-i Hak, sıfat-ı Muhammedi, melekut kapısı, hakikat kapısı, ceberut alemi, Muhammed kapısı, alem-i lahut, mirac-ı ehlullah, ruh-u sultani, ruh-u hayvani, akl-ı maaş, akl-ı mead, keşf-i melekut, keşf-i ceberut, gına-ı ehlullah, gavsiyyet, kutbiyyet, kümelin, akl-ı kûl, mirac-ı aktab, baki bi zatillah, fena fi zatillah, müşahede bi zatillah, müstağrakin fi zatillah, müşahidin fi zatillah, tecelli-i berk, ifna-ı hayret, tecelli-i zamir, müşahede-i künhi hakikat, ehadiyyet, vahidiyet, inniyyet, ayniyyet, künhiyyet, akrabiyyet, basariyyet, ilmiyyet, failiyyet, mefuliyyet, melikiyyet, hayatiyet, mahbubiyyet, tevhid-i vücudi, tevhid-i şuhudi, vakit, makam, hal, sema, kabz, bast, heybet, üsn, tevacüd, vecd, cem’, fakr, sekr, cemulcem’, gaybet, huzur, sahv, mahv, isbat, setr, tecelli, taayyun, muhadera, mukafeşe, muşahede, levaih, tevali, levami’i, bevadih, hücum, telvin, temkin, kurb, bu’d, hakikat, tarikat, marifet, nefes, havatır, varid, şahid, muvafakat, hak ve hakikat, tefrid, firaset, nefis, sır, yad kerd, baz geşt, vakuf-i adedi, huş der dem, nigahdaşt, hevacis, vesavis, ilhamat, varidat, ma’kulat, suver-i kainat, vukuf-i kalbi, yad daşt, nazar ber kadem, halvet der encümen, sefer der vatan, vukuf-i zamani, enbiyayyie, hakikat-ı Muhammediyye, Ahmediyye dairesi, la tauyyun kayyumiyet…”
** ANKA: İran efsanesine göre, bu kuş o kadar yaşlıdır ki dünyanın yıkılışına üç kez tanık olmuştur. Tüm bu zaman boyunca, Simurg o kadar çok öğrenmiştir ki tüm zamanların bilgisine sahip olmuştur.
Sasani Persler Simurg'un yere bereket bahşedeceğine ve dünya ile göğün arasındaki birliği sağlayacağına inanırlardı. Yaşam ağacı, Gaokerena'da tünediğine ve her türlü şeytani şeyi tedavi eden, düzelten kutsal Haoma bitkisinin yöresinde yaşadığına inanılırdı. Daha sonraki İran geleneklerinde Simurg ilahiliğin bir sembolü haline gelmiştir..
Şahname'de Simurg
Firdevsi'nin epik eseri Şahname'de (Şahların Kitabı) Simurg en tanınmış halini almıştır. Şahname'de Simurg'un Prens Zal ile olan ilişkisi yer alır. Şahname'ye göre Kral Sam'ın oğlu Zal albino olarak doğmuştur. Kral sam albino oğlunu görünce, çocuğun şeytanların tohumu olduğunu düşünüp çocuğu bir dağa terk etmiştir. Çocuğun ağlayışlarını duyan yumuşak kalpli Simurg çocuğu alıp büyütür. Zal her türlü bilgiye sahip Simurg'dan hikmet almış birçok şey öğrenmiştir. Yine de büyüyüp bir yetişkin olduğu zaman insanların dünyasına girmek ister. Simurg çok üzülse de, ona bir tane altın tüy verip gitmesine izin vermiştir. Eğer Zal, Simurg'un yardımına ihtiyaç duyarsa bu tüyü yakacaktır.
Krallığına döndüğünde Zal güzel Rudaba'ya aşık olur ve onunla evlenir. Karısı bir oğula hamile kalır fakat doğum zamanı geldiğinde birçok sorun yaşarlar. Zal karısının doğum sırasında öleceğini fark eder ve tam Rudabah ölüme yakınken Zal Simurg'u çağırmaya karar verir. Ortaya çıkan Simurg Zal'ın bir tür sezaryan benzeri yöntem uygulamasını sağlar ve Rudabah ile çocuğun hayatını kurtarır. Bu çocuk daha sonra en ünlü ve büyük Pers kahramanlarından biri olacak Rüstem'dir.
*** Ludwig Josef Johann Wittgenstein, (ö.1951). Avusturya doğumlu filozof, matematikçi.
Mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunmuştur. 20. yüzyılın en önemli filozoflarından sayılır.
Ölümünden sonra, defterlerinden, makalelerinden ve ders notlarından seçilmiş birçok yazısı yayınlanmış olmasına rağmen, hayatı boyunca yayınladığı tek kitap, 1921'de Cambridge'de Bertrand Russell'ın gözetimi altında bir öğrenciyken yayınlanan Tractatus Logico-Philosophicus isimli eserdir. Kendisine doktorasını sağlayan Tractatus 'un yayınlanmasıyla felsefenin bütün problemlerini çözdüğüne inanmış, çalışmalarını bırakmış ve ilkokul öğretmenliği, bir manastırda bahçıvanlık ve kızkardeşinin Viyana'daki evinin mimarlığı gibi çeşitli işlerle ilgilenmiştir. Buna mukabil, 1929'da, Cambridge'e dönerek bir öğretim görevi üstlenmiş ve önceki çalışmalarını gözden geçirmiştir. Zirvesine, ölümünden sonra yayınlanan ikinci eseri Felsefî Soruşturmalar'da ulaşan yeni bir felsefî yöntem ve lisan anlayışı geliştirmiştir.
Erken dönem çalışmaları, büyük ölçüde Russell'ın mantık çalışmaları, Alman felsefeci Gottlob Frege ile olan kısa süreli bir öğrenim ve Arthur Schopenhauer'den etkilenmiştir. Tractatus yayınlandığında, Viyana Çevresi adını almış pozitivist grup üzerinde hayli etki yaratmıştır. Bununla beraber, Wittgenstein kendini bu okuldan saymamış ve mantıksal pozitivizm'in Tractatusla ilgili olarak ciddi yanlış anlamalar taşıdığını ifade etmiştir.
Her iki dönem eserleri de Analitik Felsefe, bilhassa Lisan Felsefesi (Dil felsefesi), Zihin Felsefesi ve Hareket Teorisi'nin gelişimi üzerinde önemli etkiler yaratmıştır.
Mantık dersleri, aldığı notlar ve yazdığı felsefi pek çok metnin yanında, Türkçe'de de Nisan yayınlarından bir çevirisi bulunan 'Zettel' isimli, kişisel gündelik notlarının toplandığı eser oldukça önem taşımaktadır. Bu eserde, Avusturyalı filozof, mantık profesörü Wittgenstein'dan öte, gerçek anlamıyla düşünen ve keşfeden bir insanı, handiyse meraklı bir çocuğu görürüz. Wittgenstein 'başkasının derinlikleriyle oynamamak' gerektiğini ve 'herkesin acısının kendine' olduğunu da burada aldığı notlarda aktarmıştır.
************************
Anka’yı bu siteden internet yoluyla tedarik edebilir ve yine bu linkten kitapla ilgili yazılmış diğer yazıları okuyabilirsiniz:
http://www.kidap.com.tr/anka-sadik-yalsizucanlar-k85792.html
*********************
Alişan Hayırlı
13.10.1960 tarihinde Malatya’nın Yeşilyurt İlçesine bağlı Gündüzbey kasabasında doğdu. İlkokulu ve Ortaokulu Gündüzbey’de tamamladı. 1979 yılında Fatih Lisesinden mezun oldu.
1983 yılının sonunda askerlik dönüşü yayın hayatına yeni başlayan Yenimalatya Gazetesi’nde muhabirliğine başladı. 1984 yılında aynı gazetenin Yazıişleri Müdürü oldu.
3 yıl bu gazetede çalıştıktan sonra Bölge Gazetesi Ekspres Gazetesi Malatya temsilciliğini yürüttü. Tercüman Gazetesi Malatya temsilciliğini yaptı.
Hamle ve Karar gazetelerinin kuruluşunda bulundu.
1990 yılının başından itibaren serbest gazeteciliğe son noktayı koydu. 5 Ocak 1990 yılında, Malatya Belediyesi Basın Bürosunu kurdu ve ilk Basın Danışmanı oldu.
1999 yılında Malatya Belediyesi Kültür Sanat Müdürlüğü’nün kuruluşunda bulundu ve ilk elemanı oldu. 1994 yılında aynı müdürlüğün Müdür vekilliği görevine getirildi.
Küçük yaştan beri okumaya ve yazmaya merak sardı. 17 yaşından beri çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Yarışmalarda dereceler aldı.
Sanal âlemde Web sitelerinde müstear isimlerle yazılar yazmaktadır.
Bir çok gazete ve haber sitelerinde 2009 yılında yaptığı gezilerin notları yayınlandı.
Malatya Belediyesi bünyesinde 20 yıldır, yaklaşık 900 adet konferans, panel, yarışma, sergi, tiyatro vs. kültürel ve sanatsal etkinliklere imza attı.
Evli ve 3 çocuk sahibi olan Hayırlı, halen Malatya Belediyesi Kültür Sanat Müdür Vekilliği görevini sürdürmektedir.
**************************
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder